Vusul ve İttisal Basamakları

Vusul ve İttisal Basamakları

1- Istırarî hayat (yaşamak zorunluğu)
2- Istırarî tecavüz (sataşmak veya düşmanlık zorunluğu)
3- İhtiyarî hayat
4- İhtiyarî tecavüz (ihtiyarî düşmanlık zorunluğu)

Hakk Teâlâ (CC), kesin ve mutlak âdeti üzere, basit sebep ve vasıtalar olmadan eserini yaratır. Lâkin Allah (CC), bu âdeti yırtarak, insanları irşad için basit sebep ve vasıtalarla eserini yaratır. Basit sebep ve vasıtalar olmadan da eserini yaratan HakkTeâlâ (CC), dilerse eseri tamam olsun veya olmasın, yok etmeye kâdirdir. Meselâ Hakk Teâlâ (CC), ana ve babayı, insanları yaratmak için etkili bir vasıta kılmıştır. Mesela Âdem Aleyhisselâm’ı anne ve babasız yarattığı gibi, İsa Aleyhisselâm’ı da sadece annesini vasıta kılarak, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’i ise hem anneli ve hem de babalı yaratmıştır.

Ve yine Yüce Allah (CC), yüksek derecedeki harareti, yakmak için etkili bir sebep ve vasıta kılmıştır. Ancak İbrahim Aleyhisselâm bu sebep ve vasıtayı yırtıp geçmiştir. Nitekim Hakk Teâlâ (CC), güçlü Kitab’ının Enbiya Sûresi’nin 69. Âyet’inde:

“Biz: ‘Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve zararsız ol’ dedik” buyurulmaktadır.

Hak yolunda olanlara göre geçerli olmayan Semendel adlı eserde, sebep ve vasıtalar ile ilgili olmak üzere, çeşitli yorumlarda bulunulmuştur. Bu yorumlar, bir kısım sanat sahibi ehil kişileri işinden uzaklaştırmaktadır. Eserin yazarı, bu türlü hareket ile boş gezenler, işsizler, tabiatçılar ve mülhidler gibi kişiler üzerinde etkili olacağını zannetmektedir.

Bunlardan bir kısmına göre, yaratıcı, yapacağı şeyi kendi iradesi ile değil, zorunlu bir şekilde, lüzumuna göre ve bir şart olarak yapmaktadır. Yani Hakk Teâlâ (CC), bir sebep ve etki olmadan icad edemeyeceği gibi, tam olarak da icad edemez, düşüncesindedirler. Bu düşüncede olanlar, filozoflar ve onları takib edenlerdir.

Bir kısmı da sebep ve vasıtaların yaratıcı olduğunu düşünürler ki, bunlar da müşriklerdir. Allah (CC)’a ortak isnad ederler. Bunlar üç zümre olup, ebedi ateşte yanacaklardır.

Buraya kadarki gruplandırmaya birinci grup dersek; bir başka grup daha vardır ki, ikinci grup olup bunlar, yaratmada sebep ve vasıtaların hiçbir rolü olmadığını düşünürler. Yani kuldan çıkan fiillerde, kulun tasarruf kudretinin olmadığını ve bütün fiillerin Allah (CC)’ın takdiri ile olduğunu düşünürler. Bunlara, Cebriye taifesi denir. Bunların söz ve düşünceleri, akıl ve hisse aykırıdır. Üçüncü guruptakiler ise insanların, hayvanların, cinlerin, şeytanların, meleklerin, hurilerin, on yaşından küçük sabilerin kendi fiil ve davranışlarını, ihtiyarî olarak yapmak için yaratılmış olduklarını düşünürler. Bunlara da Mutezile adı verilir. Cebriye ve Mutezile taifesi, bid’at ehli olup kâfir değildir.

Üçüncü kısımda bulunan insanlar ise: “Yaratıcı ve etkili olan yalnız Yüce Allah (CC)’tır; sebep ve vasıtaların ne etkisi, ne de yaratıcılığı vardır” derler. Bu grup insanlar Müslümanlar olup, hakikat de budur. Müslümanlar da dört kısma ayrılırlar:

1- Düşünce ve davranış olarak gelişigüzel yetişen insanlardır ki, sebep ve vasıtaları görünce, bunların Allah (CC) tarafmdan halk edildiğini anlarlar. Fakat işin esasını kavrayamayan, basit görüşlü insanlardır. Bu kişiler, kalb ve vicdanlarına başvurduklarında, Allah (CC)’ın müessiriyetini doğrulamış olurlar.

2- Bu grup imanlı olup, Allah (CC) yolunda yürüyenlerdir. Sebep ve vasıtaların Allah (CC) tarafından var edildiğini gördükleri halde, kalb gözleri açılmadığından, bu müessiriyeti müşahede edemezler.

3- Bu zümredeki insanlara gelince, bunlar, ilim ve irfan sahibi, olgun ve kâmil insanlardır. Bu kişiler sebep ve vasıtaları gördüklerinde, bunların Yüce Allah (CC)’ın kudreti ile oluştuğunu ve Allah (CC)’a kavuştuklarında, tecellilerini müşahede edeceklerini bilirler. Buna yaratılanın Yaradan’a yükselmesi (kurbiyyet) denir. Bu da bir saniin (yapıcının), sun’unu yani yaptığını gördüğü gibi, bir şey icad edenin icad ettiği şeyi, yani icadını görmesi gibidir. Örnek olarak Şuara Sûresi, Âyet 62’de Musa Aleyhisselâm’ın: “Hayır! Rabbim, benimle birlikte-dir; bana hidâyetini gösterecektir” buyurduğu gibidir.

4- Bu grupta olan insanlar, kalbleri ve basiretleri tam olarak kemale eren ve kudsî yöne erişenlerdir ki, bunların kalblerinde kudsî nur parıldamaktadır. Bu nur ile Allah (CC)’ın zatiyetinin sıfat ve sun’unun mazhariyetini görenlerdir. Buna Sani’den Masnua iniş veya Hâlîk’dan mahlûka düşüş adı verilir. Nitekim Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in Ebabekir (RA)’e hitabında: “Üzülme, Yüce Allah bizimledir” buyurduğu gibidir.

Ve yine bazı âriflerin “Ben, bir şeyi görmeden önce ancak Allah’ı görmüşüm” dedikleri gibidir.

Böylece yukarıda olanlardan üçüncü kısımda olanlar, aynı tasdik ile şuhudî imanı, ilmî imana eklemişlerdir.

Dördüncü kısımdaki insanlar, diğerlerinden daha da üst seviyelere yükselirler. Allah (CC)’ın velileri dördüncü mertebeye yükseldikleri halde, Musa Aleyhisselâm, sitem ettiğinden dolayı, dördüncü mertebeye yükselememişlerdir. (Muhakkak ki peygamberlerin yaratıldığı Nübüvvet nuru, Velâyet nurundan daha efdaldir. Burada, Musa Aleyhisselâm’ın velâyetinden söz edilmektedir.)

Zira Hazret-i Musa (AS)’ın bu sözünden, kendisini dinleyenlerle ilerlediği (bu kimse duyan kavmi ile ilerledi) sözünün anlamında olduğu gibi, dördüncü mertebeye yükselemeyip, üçüncü mertebeye kadar yükselmiştir. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, Ebubekr Sıddık (RA)’a: “Allah bizdedir” demeyip: “Yüce Allah bizimle birliktedir” demişler. Bu sebepten şöyle denir: “İnsanlarla akıllarının aldığı ölçüde konuşmalıdır”

Olabilir ki Hazret-i Musa (AS), firavunların üzerine geldiğini görünce, kendisinde korku hâkim olarak kendisine vaad edilen yüksek mertebeden sarf-ı nazar etmiş, nefsini yoklamaya inmiştir.

Bu dört duraklı mertebenin herbiri, velilik makamlarında görülür. Daha sonra nübüvvet makamlarında, risalet makamlarında, daha sonra yüksek güç ve azim makamlarında, en sonunda peygamberlik makamlarında oluştuğu görülür. Bu sonuncu makam, Hazret-i Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in mertebe ve durağıdır. Hazret-i Musa (AS)’nın “Bende Allah (CC) vardır” kelâmı sebebiyle dördüncü mertebeye önce yükselemediği, tövbe edip pişman olduktan sonra bu mertebeye varabildiği, İmam Beyzavî’nin Fatiha Sûresi tefsirinden anlaşılmaktadır. Bu husus, bazı filozof ve hekimler tarafmdan işaret edilerek:

Bazıları: “Allah (CC)’ın ilmi, zatiyetinde korunmuştur, âlemin ilmine benzemez” derler.

Bazıları: “Onun ilmi, âlemin ilmine katılmıştır; Yüce Allah (CC), âlemi, zatî sıfat mazhariyeti yapmıştır” derler.

Bir kısmı da: “Yüce Allah (CC)’ın âlem hakkındaki bilgisi, bizatihi ilminde bulunmaktadır” derler.

Dünyada, Hakk Teâlâ (CC)’nın zâhirî gözle görülmesi, lâfzının da zâhirî kulakla duyulması mümkün değildir. Ancak Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, Mirac Gecesi’nde Yüce Allah (CC)’ın lâfzını zâhirî kulağı ile duymuş, zatını da zâhirî gözü ile görmüştür. Bir de Musa Aleyhisselâm, birkaç kez zâhirî kulağı ile kelâmını duymuştur. Yüce Allah (CC)’ın zatını zâhirî gözle görmek ve lâfzını zâhirî kulak ile işitmek, ancak kıyamet gününde imanlı erkek ve kadınlara kısmet olacaktır. Buradaki ihtimaller de şöyledir:

Ahiret gününde mü’min erkek ve kadınlar, Hakk Teâlâ (CC)’yı şöyle görür ve duyarlar: Yüce Zatı’nı görmek ve sesini işitmek hali, önce kalbe sirayet eder, sonradan insanın yapısındaki görme ve duyma vasıtalarına intikal eder; bütün zâhirî azalar, bu sirayetten etkilenerek kendine düşen payı alır. Böylece Yüce Hâlîk (CC)’ı görme ve lafzını duyma gerçekleşir. Bu fiile, vücudun bütün zerreleri katılır. İmam Beyzavî (RA), gerek Tâhâ Sûresi’nin tefsirinde ve gerekse Hakk Teâlâ (CC)’nın Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’e hitabı olan Şuara Sûresi’nin 193. Âyet-i Kerime’sinin tefsirinde olduğu gibi, vücudun bütün zerreleri, sebep ve vasıtalar olmadan, Yüce Zatı’nı görecek, kelâmını işitecektir. Bu duyuş ve işitiş, Enbiya’da olduğu gibidir. Şuara Sûresi 193, 194, 195. Âyet’inde:

“Apaçık Arap diliyle uyaranlardan olman için onu, senin kalbine indirmiştir” buyurulmuştur.

Yukarıda anlatılan ahiret günündeki mü’min erkek ve kadınlar konusu, umumu kapsar. İmam Beyzavî’nin tefsiri, daha yakın ve doğru ihtimaldir.

Hakk Teâlâ (CC), güçlü Kitabı’nın Kıyâmet Sûresi’nin 22-23-24. Âyet’inde:

“O gün bir takım yüzler, Rabbleri’ne bakıp parlayacaktır. O gün bir takım yüzler de asıktır” buyurulmuştur.

Bu yönü inceleyecek olursak, Yüce Allah (CC), çocuk henüz ana rahminde iken, ona ruh üfleyince, doğacak çocuğun bütün zerrelerine nurunu akıtmış olur.

Anlaşılan şudur ki, yarattığı bütün beşeriyetin vücutlarının bütün zerrelerine nurunu akıtmış olur. Kişi, bu İlâhî ruh ve nurun etkisi ile bütün zerreleriyle görmeye, işitmeye, tad almaya, koklamaya, hayal kurmaya, düşünmeye, hissetmeye başlar. Kişide nurdan oluşan bu güç ve kuvvet, canlılarda işaret edildiği gibi, öğrenme konusunda ise buna ilim adı verilir. Anlayış ve idrak yönünde ise buna akıl adı verilir. Bu konuda konuşanların düşünce ve sözleri böyledir. Temel olarak zâhirî ve bâtınî hislerin kaynak yeri akıldır. İmamların imamı Hazret-i Eş’arî (RA), bu konuda: “İnsandaki her his veya duygu, diğerlerinin duyduğunu duyar. Lâkin insanda oluşan İlâhî nur, zâhirî, bâtınî ve aklî hislerden gayrısını, müşahede âlemini, karanlıklar ile örtmüş ve kapamış olur. Bu karanlık örtü, ölüm acısının etkisiyle son bulur.” Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, bir Hadis-i Şerif’inde bu konuya temas ederek:

“İnsanlar uyku halindedir, ancak ölümle uyanırlar; o zaman iş işten geçmiş olur. Sırat’ı aşınca, görüşleri daha çok artmış olur” buyurmaktadır.

Yüce Allah (CC), güçlü Kitabı’nın Meryem Sûresi’nin 71. Âyet-i Kerime’sinde:

“Sizden cehenneme uğramayacak yoktur. Bu, Rabbi’nin yapmayı üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür” buyurmaktadır.

Sahih-i Buharî’deki bir Hadis-i Şerif’te:

“Cennetle cehennem arasındaki hayat kaynağına kişi dalmış olursa, taşıdığı nur daha güçlü ve daha tam hale gelir. Kişi cennete vardığında, bütün azaları, gözü ve kulağı ile mücessem bir nur haline gelir” buyurulmaktadır. Hakk Teâlâ, güçlü Kitabı’nın Kaf Sûresi’nin 22. Âyeti’nde:

“Ona: ‘And olsun ki sen, bundan gafildin; işte senden gaflet perdesini kaldırdık, bu gün artık görüşün keskindir’ denir” buyurmaktadır.

Bu karanlık örtü insanın üzerinden kalkınca, bütün cismî azaları ile birlikte nur kesilmiş olur. Bu nur, yüzlerine vurur. Böylece yüzleri parlayarak nur haline dönüşür. Burada nurdan maksat, yüzlerin aklığı ve tazeliğidir. Bu Âyet’ten anlaşılan şudur ki; mü’min erkek ve mü’mine kadınların tümü, bu karanlık örtünün üzerlerinden kalkmasıyla, nur haline dönüşmüş olurlar ve bunu hak etmiş olarak Rabb’lerine bakmaya lâyık olurlar.

Dünya hayatında insanları örten bu karanlık örtülerin kalkışı, ancak tarikat mertebelerini izlemekle mümkündür. Ancak, dünyadaki bu karanlık örtünün kalkışı, kıyamet günündeki kalkışı gibi değildir. Velayet mertebesine gelen her veli, kalb gözüyle Rabb’ini müşahade eder, kalp kulağı ile de Rabb’inin sözlerini duyar. Ancak Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz zâhirî gözü ve kulağı ile Allah (C.C)’ı gördü ve duydu. Hazret-i Musa (AS), dünya kulağı ile Rabb’ini duydu.

Anlattıklarıma dikkat et! Bu konu hakkında kanaat sahibi ol! Hayatın sebep ve vasıtaları ıstırarî (yani mecburi) veya ihtiyarî olurlar.

2014-12-13T23:08:56+03:00 By |

Siz de fikrinizi belirtin