Esas hidayet yolu ise kişinin yürüyeceği yolu görmesi, dilinde konuşma gücünün, kulakta işitme gücünün olduğunu bilmesidir. Kişi bu durumda ise, doğruya ulaşmış demektir. Şayet hata varsa, yanılmış demektir.

Ey insan! Vay haline ve başına geleceklere! Sen, gerçeğin ne olduğunu bilmiyorsun. Hatta parmağının dahi nasıl oynadığını bilmemektesin. Hangi güç ve kuvvet seni kaldırıp oturtuyor? Hâlbuki bu gerçek, sen ve senin için yaratılmış eşyalardan sana daha yakın olandır. Bununla beraber, hüner ve ehliyet sahibi âlim ve evliyaların sözlerine kulak vermiyorsun. Hâlbuki bu kişilerin ilim ve din yönünden faziletleri, ufukları sarmış bulunmaktadır. Ve sözleri ile nasihatlarında, aklî ve naklî burhan ve ispatlar bulunmaktadır.

Rabbânî Âlimler, asr-ı saadetten bu güne kadar, evliyaları sebep ve vasıta kılarak, bâtınî ilimleri kavramak için onların yardımına başvurmuşlardır. Büyük evliyadan Abdülkadir Geylânî, dört büyük imam, Haremeyn imamı, Hazret-i Şafiî, Gazâlî, Nüvevî, Şeyh ibn Hacir, Şeyh Şaranî, Hatip Serminî, Şeyhülislâm Kadı Zekeriyya, Hafız Suyutî, Mavera-ün Nehir uleması, diğer bölgelerde ki Türk, Kürt, Arap ve emsali kimselerin, bu beşyüz yılın faziletli kimselerinin boyunlarını evliyaya karşı eğdiklerini, nefislerini ve benliklerini evliyadan aşağı seviyede tuttuklarını görmüyor musun? Bu ulu kimseler, nefislerini tevazu ile bağladıkları veliden, birçok keramet gördüklerini haber vermişler, işlerinde ve hayatlarında evliyayı vesile kılarak, onların iki elleri arasında kendilerini ölmüş farzederek ölünün, bir ölü yıkayıcısına teslim oluşu gibi yüksek teslimiyet göstermişlerdir. Bu âlimler, velinin buyruğunu yerine getirmeye çalışmış, vusul ve ittisalin ancak veli yardımı ile olacağını kavramışlardı. Bütün bu anlatılanlardan sonra, bu konu üzerinde, sende, veliler hakkında bir tereddüt kaldı mı? Yoksa sen de gün ışığını ve kâinatın saf aydınlığını inkâr eden inatçı aydınlardan mısın?

Bu ulu âlimlerin evliyaya biyatında cahil olduklarını düşünecek olursan, her birinin ilmî eserleri apaçık ortada olduğu için senin itham edici sözlerin geçersiz demektir. Yok eğer bu âlim zatların münafık olduklarını düşünürsen, bu düşüncenle İslâm’ın, Muhammedî ümmetin üzerine tecavüzle, Hakk Teâlâ’nın buyruğundan çıkmalarına sebep olacağın gibi, dinin temeli olan âlim ve fazıl kimseler ve evtad hakkında, zihinlerde kötü düşünce, şüphe ve tereddüt oluşturmuş olursun. Bu ulu zatların cahil olduklarını düşünecek olursan, bu kişilerin ilmî eserleri apaçık ortada bulunduğundan dolayı, senin düşünce ve sözlerin geçersiz demektir. Aksine İbn-i Teymiyye ve benzerleri olan hünerli ve hazık kimselerle izleyenlerin düşünce ve davranışlarını doğru görüyorsan, o vakit bizler, sana selâmda durmuş oluruz.

Bizler deriz ki, bu gibilerin bu türlü düşünce ve konuşmaları, söylediklerimize, yazdıklarımıza ve gerçek olarak açıkladığımız hususlara tecavüz demektir. Bütün bu hakikatlara tecavüz ile karşı çıkmak, günah, küfür ve bidat sayılır. Ayrıca bu gibilerin ellerinde, düşüncelerinin doğruluğunu ispat edecek bir iz ve delil de yoktur. Ayrıca yine bu gibi kimseler, anlattıklarımızın gerçek yönünü müşahede edemediklerinden veya kendilerinde hakikati görme imkânının olmaması yüzünden, bu hususu inkâra gitmektedirler. Dilsizlik, sağırlık veya körlük sebebiyle ya da kalplerine arız olan İlâhî rahmetin kesikliğinden dolayı mı böyle düşünmektedirler? Kanaatimizce, benlik ve gururları sebebiyle, kendilerinden gayrı kimselerin, hakikat ve doğru da olsa, sözlerine kanaat getirmedikleri gibi, onlara daima şüphe ve tereddütle bakarlar. Hiçbir zaman, yüce kişiler hakkında, gözleri ile kerametlerini görenlerin veya tevatüren gelen doğru haberlerin doğruluğuna inanmazlar. İşte bu gibiler, kendi nefislerini gerçek ince gizlilikler ikliminden uzaklaştırdıkları gibi, kendileri de dilsiz, sağır, kör ve anlayışsız olarak çorak bir çölde kalmış şaşkın insanlar gibidirler.

Bu gibi kimseler, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in: “Yüce Allah, ümmetimi topluca sapıklığa yöneltmez” buyurdukları Hadisi’ni inkâr etmişlerdir. Bu kimseler, nefsi emmarelerine uyarak, akıllarında çakan bir kıvılcım ile görmedikleri ve bilmedikleri şeylerin gerçek ve sabit olmadıklarını düşünerek, bilmedikleri ve görmedikleri bâtınî sebep ve vasıtalara tevessül etmezler. Ne vakit anlattıklarımızı doğrulayan bir Âyet veya Hadis duysalar, bunları fasid tevillerle tümden inkâra kalkışırlar. Bu inkârları, görülmeyen ve bilinmeyenlerin gerçek olmadığı hakkında zâhirî yasaklama hükmünü idrak edememelerinden ileri gelmektedir. Bugün için âlemde milyonlarca görüp öğrenmeye değer şey var iken, bu konu akıllarına gelmeyip, böyle işlerle meşgul olmaktadırlar. Açık esaslardan biri de hücceti muhafaza edemeyenin, hücceti muhafaza edene karşı çıkmasına benzer. Burada müsbet olan şey ise kabul etmeyene karşı, aklî veya naklî delil ve ispatla gelinmiş olmasıdır.

Bu gibilerin burada unuttukları birşey daha vardır; Yüce Allah (CC), bu gibi Âyetleri’ni temsil eden Hadisler’i birçok kısımlara ayırmıştır. Çünkü Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, rasgele ve boş yere konuşmazlardı. O (SAV), Rabb’inden vahiy yolu ile aldığı buyruklarla mantıklı ve lüzumlu, sağlam esaslara bağlı konular üzerinde konuşurdu. Al-i İmran Sûresi 7. Âyet’inde, Yüce Allah (CC):

“Kalplerinde eğrilik bulunan kimseler, fitne maksadıyla te’vile saparak, Kitab’ın müteşabih Âyetler’ini yorumlamaya kalkarlar. Hâlbuki müteşabih Âyetler’in te’vilini, Allah’tan gayrı kimse bilmez, ilim sahibi olanlar: ‘Biz ona inandık, tümü de Rabbimiz katındandır’ derler” buyurmuştur.

Bu Âyetin delâlet ettiği mana, kitap ve sünnetin dışında, anlattığımız gibi gerçekleri yansıtanlara, inanmamız gerektiğidir. Geçmişte ve halen, Âriflerin ve Rabbânî Âlimlerin sözleri yukarıda açıklanmış olan Âyetin üzerine yüklenir. Bir kimse ilmin lâfzı üzerinde durduğu taktirde o ilmi öğrenmiş olur. İlâhî ilmi, basit nazariyyelerle anlayacak kudret ve imkânda olmasalar dahi, Yüce Allah (CC) bazı temiz ve kendisine bağlı olanlara bu ilmi öğretir.

Geçmişte olan ulu kimselerin pek yerinde olan sözlerine göre, ilim konusunda ilk önce, Allah (CC) lâfzı üzerinde durulmalıdır. Bu kelimenin anlamını, kimse, nefsi ile ve adi sebep ve vasıtalarla bilemez. Burada kişi, özel bilgi sahibi olmadan, bu gibi zorlukları ve benzerlikleri kolayca anlayamaz. Bu sebeple bu işi ehil kimselere bırakması gerekmektedir. Bu ehil kimseler de Ârifler ve bâtınî ilim sahipleridir.

Bu kimselerin vesilelerden semâvî Kitaplar’ı, melekleri, elçilerin bâtınî yardımlarını inkâr etmelerine imkân ve ihtimal yoktur. İnkâr ettikleri taktirde, küfürde bulunmuş olurlar.

Allah (CC)’ın velileri ve Rabbânî Âlimleri, güçlü Kitab’ın, Nisa Sûresi 83. Âyet’inde:

“O haberi, Peygamber’e veya içlerinden buyruk sahibi olanlara bıraksalardı, o haberi çıkaranlar, ne olacağını, elbette buyruk sahiplerinden öğrenirlerdi” şeklinde, (buyruk sahibi olanlar) diye açıklanmıştır. Dinin inceliklerine vakıf olanlar, ârifler ve evliyalar ile melekleri, gökleri, yeri ve âlemi yaratmış olan Yüce Allah (CC)’ı murakabe ve müşahede edenlerdir. Bütün tarikatlar, mütecaviz olmayan, yani vehbî olan âlemin ve dinin bâtınî yönünü öğretirler. Bu öğretim, Allah (CC)’ın dilediğine, O (CC)’nun yüce ve cömert olan fazlı ile verilir. Hakk Teâlâ, En’âm Sûresi 75. Âyet’te:

“Yakinen bilenlerden olması için Biz, İbrahim’e, göklerin ve yerin en büyük melekûtunu gösterirdik” buyurmaktadır.

Bu Âyet’te Hakk Teâlâ (CC), Hz. İbrahim (AS)’in, gök ve yer meleklerini gördüğünü anlatmaktadır. İnkârcı bir kimse bu melekûtu göremeyeceği gibi, Yüce Allah (CC) bu gibilere, hak etmedikleri şeyi göstermemektedir. Bu gibi bir kimseyi, yok olmuş kabul etmektedir. Burada inkârcı kişi, bütün anlattıklarımızı unutmuş gibi görünmekte ve şöyle konuşmaktadır: “Bâtınî vesileler, varoluşların takdirine göre, sultanın ve yardımcılarının kapıcısı görevindedirler; onlar da kendileri için noksan oldukları sebebiyle, bir benzer veya emsal ararlar.” Yüce Allah (CC)’a bir eksiklik atfeden inkârcıya şöyle deriz:

Bütün vesileler, Yüce Allah (CC.)’ın komşusu mesabesindedir, bunlara muhtaç olması, hâşâ, eksikliğine lüzum gösterir. Eğer Allah (CC) dileseydi, sebeplerden hiçbirini yaratmazdı. Her ferdi babasız ve annesiz yaratırdı; ona beşeriyyetin ilk gününden, son gününe kadar yemeden, içmeden, giyinmeden, öğrenmeden, kazanmadan kalacağını bildirirdi. Bunun aksini düşünecek olursak, bu eksikliğin Allah (CC)’tan olduğu anlaşılırdı ki, hâşâ, küfür ve sapıklıktır.

Kapıcı meselesine gelince, padişahın hiçbir eksikliği yoktur, zira maiyyet ve raiyyeti, kendisini, ebedi olarak ululaştırır ve yüceleştirir. Kendisine gelenlerin eksik yönleri olduğundan, yüceliğinin azameti en üst mertebeye kadar yükselmiş olur ki, O (CC)’nun yanına, kapıcısının izni olmadan, hiç kimse giremez.

İşte Yüce Allah (CC), yukarıda misal getirmeye çalıştığımız sultandan daha yüce ve azametlidir. Zira O (CC), bizatihi tek olup, azametlinin azametlisidir. Allah (CC), çok yüce ve azametlidir. Kâinatta, O (CC)’ndan daha azametli ve yüce hiçbir şey yoktur. Var olan her şey, O (CC)’nu, yüce ve azametli olarak tanır. En lâtif yüce kutsî makamın ve müşahede âleminin sahibidir. Yalın ruhlar O (CC)’na asılı olmasaydı, o vakit ruhlar, çok kesif durumda olurdu. Herkesçe bilinmektedir ki, insanlar, hayatlarını sürdürmek için ilim ve mârifete ihtiyaç duyarlar. Zira insan aklı, nefs-i emmare varlığı yüzünden, bu bilgi ve anlayışları idrak edemez. Nefisler, kesinlikle eksiktir. Daima Yüce Allah (CC)’tan muhtaç olduğu şeyleri kazanmak zorundadır. Bu sebepledir ki, Hakk Teâlâ (CC), insanlara vermiş olduğu serbest gibi görünen çıplak ruhu, özel olarak insan bedenine asılı bırakmıştır. Mücerred (çıplak)ruh, nuranî tabii yaradılışından sıyrılarak ayrılmıştır. Fakat bu ruhların Allah (CC) ile münasebetleri vardır ki, bu münasebet sonucunda, ihtiyacı olan ilim ve mârifetleri O (CC)’ndan alırlar.

Böylece bu mücerred ruhlar, Yüce Allah (CC)’a tazimleri sebebiyle, O (CC)’ndan aldıklarını nefislere, dolayısıyla bedenlere teslim ederler. Böylece nefis ve bedenler, Yüce Allah (CC)’a, gerçek iman ve zâhirî ve bâtınî ilimlerle bağlanmış olurlar. İşte bu çıplak ruh, büyük sultanın azametli kapısında, bir kapıcı mertebesinde bulunur. Yüce sultana olan tazimi ve bağlılığına karşılık olarak, Yüce sultan da kapıcısına bir ululuk ve azamet bağışlar. Bu ululuk sebebiyle, her meselede, sultana müracaat kudret ve imkânına sahiptir.

Ruhlar bedenlere asılı kalınca, aslî vatanlarından (kendi çıkış yerlerinden) bir hayli uzaklaşmış olurlar. Bu suretle ruh, bedende, nefs-i emmarenin tahakkümü altına girer. Yani onun esiri olduğu gibi, şeytanî güçlerin ve özellikle insanı daima yanlışlığa iten vehimin esiri olarak kalır. Bu esaret zinciri altında nefis, insanı, keyfî davranışlara, fısk ve fücura, küfre yönelterek, bu yolu izletmeye başlar. Yüce Allah (CC)’ın emirlerini unutarak, gerçek ve doğru akaidden ve güzel amellerden tamamen uzaklaşır.

Hâlbuki insan ve ona asılı çıplak ruh ile nefsi emmare dahi, Yüce Allah (CC)’ın buyruğu ile O (CC)’na itaat ve iman etmeye mecbur ve mükelleftiler. Hiç kimse, Allah (CC)’ın şeriatından alacağı makama, peygamberler gibi, nefsî mücahedede bulunmadan ve zorluklara katlanmadan erişemez. Zira Nübüvvet, Allah’ın bir bağış ve ihsanı olsa da Yüce Allah (CC)’ın âdeti üzere belli şartları vardır. Arı, ısırmadan, bala tatlılık veremez. Şayet her insanın kendine lüzumlu olan ahkâmı, kimseyi örnek almadan Allah (CC)’tan peygamber olması için teklif edilmiş olsaydı, hayat, alt üst olurdu. Bu sebeple Hakk Teâlâ (CC), yüce kudret ve imkânıyla bazı temiz kullarını tezkiye etmiş, müşahade âleminin bulanıklığından süzerek çıkarmış ve onları, peygamberleri ve elçileri yapmıştır. Bu kullarına iki kanat yapmış, kanatlarından birini kudsî yaparak Lahutî âlemde uçmasını ve Ceberrut âleminin yüksek noktalarına çıkmasını ve Allah (CC)’tan kullarının iyilik ve güzellikleri için lazım olan ezeli irade gereği, elzem hükümleri zamanında almasını temin etmiştir. İkinci kanadını da maddî yapmıştır ki, bu kanadı ile Nasut âlemine, yani insanî âleme inmesini, Rabb’inden aldığı buyruk ve hükümleri kendi cinsinden olan insanlara bildirmesini vazife olarak vermiş ve bu işle mükellef kılmıştır. Peygamber ve elçilerin gönderilmesinin sebep ve hikmeti budur. Allah (CC)’ın gönderdiği peygamber ve elçilerinin her birinin ayrı ayrı faziletleri vardır ve bunların hepsi, en yüksek mertebeye ulaşmak için gayret göstermişler ve çok çalışmışlardır. Peygamberlerden bazıları, mesela Ben-i İsrail peygamberleri gibi, aynı dini tebliğ ettikleri halde, birbirine vezir veya des-tekleyici olarak görevlendirilip gönderilmişlerdir. Kulların fiilleri sebebi ile İlâhî Ahkâm’ın zamanla değiştirilmesi sonucu, dinlerin sayısı artmıştır. Bu nedenle Allah (CC)’ın peygamber ve elçileri kudsî makamının kapıcısı yaparak göndermesi, Allah (CC)’ın eksikliğinden olmayıp, kulların eksik olmalarından ileri gelmiştir.

Semavî Kitaplar, Yüce Allah (CC)’ın hüküm ve kanunlarını topluca ihtiva edip, elçilerin ölümünden sonra da olduğu gibi kalmıştır. Allah (CC)’ın peygamberlere bu kitapları indirmesinin sebebi, peygamberlerden sonra gelenlerin İlâhî Ahkâm’dan faydalanmaları içindir. Zamanla kullara arız olan fetret devreleri ve bu devirlerde insanların nefsî keyif ve hevalarına uyup doğruluktan sapmaları sebebiyle, hatasız inen semâvî Kitaplar’ı tahrife kalkmaları sonucunda, dinde değişiklik ve sapmalar olmuştur. Bu sebeple Hakk Teâlâ (CC), o asırlarda tahrif edilen semâvî Kitaplar’ı düzeltmek ve sarsılmış olan bir evvelki doğru dini doğ-rultmak için öncekilere uygun olmak üzere, yeniden peygamberler göndermiştir.

Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in zamanında kemale erişmiş şeriatında, geyet açık ve anlamları açıklayan işaretler bulunmaktadır. Ahkâm ve kanunlar Müslümanlara, zâhirî ve bâtınî bilginler tarafından öğretilmektedir. Nitekim Hakk Teâlâ (CC), bu konuda: “Bu gün sizlere yeni ve kemal bulmuş bir din getirdim” buyurmaktadır. Bu din ile O (CC)’nun son ve güçlü Kitabı’nın değişmesi ve değiştirilmesi veya tahrif edilmesi imkânsızdır. Gönderilen peygamberlerden sonra, kendi devri içinde ebedi olarak her türlü ihtiyaçları bildiren, en son peygamberin Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz olduğu açıklanmaktadır. Burada en büyük hikmet, Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in, gönderilenlerin sonuncusu olduğudur. Bu sebepledir ki, Yüce Allah (CC), O (SAV)’na, güçlü kitabımız olan Kur’an-ı Kerim’i indirmiştir. Bu Kitab’ın içinde, Efendimiz (SAV)’e, ezelden ebede kadar öğretilmiş olan ilimler yazılıdır. Belki de bu noktada da, her zaman içinde olduğu gibi, düşünce anlaşmazlıkları olabilir. Bu sebepledir ki, Yüce Allah (CC), zaman içinde kendisinden önceki dini yenilemek için peygamber yerine kaim olmak üzere, Rabbânî bir âlimi veya bir evliyayı hakkaniyetle peygamber misilli çıkartmıştır. İşte zâhirî ve bâtınî âlimlerin bulunmasının sebep ve hikmeti budur. Bu gibi âlimler, her vakit için peygamberlerin vârisidirler.

2021-09-01T16:05:09+03:00 By |