HAYATIN ZID SEBEP VE VASITALARI

///HAYATIN ZID SEBEP VE VASITALARI

unlar pekçok olup, daha evvel anlattığımız gibi, biri zarurî hayat vasıtaları, diğeri ihtiyarî hayat vasıtalarıdır. Şayet insan vücudu güçlü olmayıp, kemale erişme özelliği olmamış olsa, Rabbânî mârifeti kazanmayı bilemez, güzel olan şeylere yanaşıp, kötülüklerden uzaklaşmak için güç ve kudreti olmazdı. Bu zıd vasıtalar, başka şeylerden kuvvetlenmiş olur. Bunlardan biri serbest, yani cesedsiz ruhlardır. Bu yalın insan ruhunun işi yalnız hayır olup, Yüce Allah (CC)’a varmak, kutsî alana yaklaşmak, İlâhî tecellilere dalmaktır. Bunun içindir ki, Hakk Teâlâ (CC), güçlü Kitab’ının İsrâ Sûresi 85. Âyet’inde:

“Sana ruhu soruyorlar. Onlara de ki, ruh Rabb’imin buyruğudur (veya işidir), size, az bir bilgi verilmiştir” buyurulmaktadır.

Yüce Allah (CC), bunu bazı yerlerde, melaike için çoğul olarak kullanmıştır. Nitekim Kadr Sûresi 4. Âyet’inde:

“Kadir gecesinde melekler, özellikle ruh, Rabb’inin izni ile inerler” buyrulmaktadır.

Cenab-ı Hakk (CC), ruhun kendi nefsine bağlı olduğunu Yüce Kitab’ın Sad Sûresi, 71-72. Âyetler’inde:

“Hani Rabb’in meleklere: Biz balçıktan bir insan yaratacağız, ona ruhumuzdan üflediğimizde, yere kapanıp secde edin!” buyurmuşlardır.

Yüce Allah (CC.)’ın, nefsi emmareye sahip olan insan ile bir bağı olmasaydı, onu, nuranî ve ulvî âlemden, arınmak üzere, süflî ve karanlık âleme indirmezdi. Böylece de bir şer veya küfür ya da fısk gibi büyük ve küçük suç ve günahlar çıkmazdı. Semâvî kitapların indirilmesi, elçi ve peygamberlerin gönderilmesi, evliyalardan Rabbânî âlimlerin ve zâhirî âlimlerin mevcudiyeti, mübarek yerlerin ve mübarek zamanların varlığı, insanların yücelmesi için birer vasıta olup, hepsi de Allah (CC)’ın insanlara bir bağışıdır. Allah (CC)’ın merhametinden kaynaklanan bu bağış, Âyet ve Hadisler’le açıklanmış olup, âlimlerce de sabittir.

Hakk Teâlâ (CC), her millet için bereketli bir gün halk etmiş; Cumartesi gününü Yahudilere, Pazar gününü Hıristiyanlara, Cuma gününü, Ramazan ayını, iki bayramın ârife günlerini, bin aydan daha hayırlı olan Kadir gününü, Şevval ayının 6. gününü, Zilhicce ayının 9. gününü ve daha başka günleri Müslümanlara mübarek ve şerefli gün olarak ayırmıştır. Bu günlerin şerefi, Hadisler’le işaret edilmiştir. Bunlar, İslâmî mezheplerin kitaplarında anlatılmıştır.

Ve yine Yüce Allah (CC), ibadet için yönelecek Kâbe-i Muazzama, Kudüs-ü Şerif gibi kıble halk etmiş; Arafat, Mina, Müzdelife gibi yerleri mübarek olarak halk eylemiş, buraları Yüce varlığının mazhar-ı tecelliyatı kılmıştır.

Allah’ın selâmı üzerlerine olsun, Eshab-ı Kiram’ın, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in evlerinde namaz kıldıkları yerleri makbul tutarak, bu yerlerde namaz kılmayı istemeleri, Hadisler’den malûmdur. İmam Buharî’nin rivayetine göre, Eshab-ı Kiram’ın bu türlü istek ve davranışları, kılacakları namazın daha faziletli olacağına kani olmalarından ileri gelmektedir. Nitekim Buharî’nin Sahih’inde anlatılan bir Hadis’te, Utban bin Mâlik (RA) ensardan olup, Bedir Savaşında bulunmuştur. Birgün Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’e gelerek: “Ey Allah’ın Resulü! Sizden, bizim evimize şeref vermenizi ve namaz kılmanızı istemekteyim. Böylece, Sizin namaz kılacağınız yer, benim için bir namazgâh olsun” der. Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz: “Allah izin verirse gelir, dediğini yaparım” buyururlar. Ertesi gün, güneş yükseldiğinde, Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve Hazret-i Ebubekir (RA), Hz. Mâlik’in evine teşrif edip, hangi köşede namaz kılmalarını istediğini sorup, o kısımda namaz kılmışlardır.

Buharî’nin rivayet ettiği bir Hadis’te, İbn-i Ömer (RA), Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in, Kâbe’de namaz kıldığı yerleri araştırmış ve bu yerlerde namaz kılmıştır. Hatta Medine yolundaki mescitlerde ve mekânlarda namaz kıldığı yerleri tesbit etmiş, buralarda namaz kılmıştır. Zira Abdullah bin Ömer (RA), Sahabe-i Kiram’ın en ileri gelenlerinden idi. Sahabe-i Kiram, Hudeybiye anlaşmasında, Eshab’ın Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’e biyat ettiği ağacın bulunduğu yeri tesbit edip, bu bölgede namaz kılmayı tecih ederlerdi.

Bütün bunlar bize şunu anlatıyor ki, mübarek zaman ve mekânların bulunduğu yerler, hayatın zıt sebep ve vasıtaları olup, teberrük sebebidir. Bu sebep, şöyle misal ile anlatılabilir:

Meselâ bir zat, bir yeri süsleyerek düzene koyar. Bu düzeni uzun bir süre temin ettikten sonra masaya türlü lezzette yemekler sıralar. Bu güzel yemeklerin kokusundan tad almayı sevenlerin bu iştah açıcı sofraya gelmelerine karşılık, bu güzel gıdadan tad ve koku alamayanların bu sofradan kaçışları görülür.

Eski milletler, dinlerini, cahilliklerinden dolayı tahrif edip, doğruyu eğriye saptırmıştırlardı. Hürmet ve saygı hududunu aşarak, bu gibi zaman ve mekân kavramlarının bizatihi müessir olduğuna inanmışlardı. Cehalette daha da ileri giderek, kendilerinden olan sâlih kişilerin heykellerini İlâhî bir varlık kabul etmişler, yani ilâhlaştırmışlardı. Böylece müşrik, yani Allah (CC)’a ortaklık isnad edenlerden olmuşlardı. Yüce Allah (CC), bunların durumlarını ve ibret dersi olmak üzere, bu gibi yer ve mekânların faziletini Âyetleri ile açıklamıştır. Bakara Sûresi 177. Âyet’te:

“İyilik, yalnız yüzlerinizi doğuya veya batıya çevirmeniz değildir. Belki iyilik o kimsenindir ki, Allaha, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanırlar. Malını seve seve hısıma, yetime, yoksula, yolda kalmışa, ihtiyaç halinde olana, esir azadına verir; namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, verdiği sözü yerine getirir; sıkıntılı, hastalıklı ve kavganın şiddetli olduğu zamanda sabreder. İşte sâdık ve mütteki olanlar, bunlardır” buyurulmuştur.

Daha sonra Hakk Teâlâ (CC), Kâbe’ye yönelme buyruğunu vermiştir. Bakara Sûresi 115. Âyet-i Kerime’de:

“Doğu da Allah’ındır, batı da Allah’ındır; hangi tarafa yönelseniz, Vechullah oradadır” buyurulmuştur.

Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz ve Hazret-i Ömer (RA), Allah (CC)’ın emirlerini titizlikle yerine getirmişler, kıymetli Eshab-ı Kiram da bu titizliği aynen devam ettirmişlerdir. Birbirini kovalayan asırlardan sonra insanların Kâbe’ye yönelme durumları kalplerine yerleşmiş olduğundan, Allah (CC)’tan gayrı hiçbir müessirin olmadığı, etkileyicinin ancak Yüce Allah (CC) olduğu, O (CC)’ndan gayrı sebep ve vasıtaların bir etkisi olmadığı düşüncesi, insanlara hâkim olmuştur.

Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in vefatından sonra vefat eden Hz. Ebubekir (RA) ve Hz. Ömer (RA)’in Ravza-i Mutahhara’da defnedilmesi hususu, Sahabe’nin tümünün kararı ile olmuştur. Sahabe-i Kiram, yola çıkarken veya yolculuktan döndüklerinde ya da bir belâ ve musibete uğradıklarında, bir rızk veya nimete ihtiyaç duyduklarında Ravza-ı Mutahhara’yı ziyaret eder, Kabr-i Resul’ü öpüp, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’e seslenirlerdi. Bu konu, asr-ı saadet ile ilgili tarih kitaplarında yazılıdır. Müslümanları irşad etmekte ulu olan kişilerin mezarlarının, saygı ve hürmet hissi ile ziyaret edilmesinin vacip olduğu, yapılan ziyaretin orada medfun olan zata hürmeten olduğu gibi, bu gibi yerlerin mazhar-ı tecelliyat sebep ve vasıtası olduğu aşikârdır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki: Peygamberler, Evliyalar, Âlimler, hastaları, hastalığına göre tedavi eden doktorlar gibi, halkı mânen tedavi ederler. Halkın Allah (CC)’tan gayrı bir müessiri sebep ve vasıta edindiğini gördüklerinde, bu düşünce ve saplantıya düşenlere şiddetle karşı gelip, bu durumu önlemeye çalışırlar.

Birbirine zıd iki düşünce arasında açıkça bir yol çizmek gerekirse, kulların, bütün güç ve kuvvetiyle, vaktini zâhirî ve bâtınî ibadetlere ayırması, Rabbânî mârifetleri öğrenmeye çalışması ve güzel akideler elde etmesi gerekir. Fiil ve davranışıyla Allah (CC)’a yaklaşmak, öğreticileri vasıta kılarak ruhları, mübarek yerleri, mübarek zamanları ve mekânları vesile etmekle mümkün olur. Zira gerçek ve daim olan ve senâ edilecek bir varlık vardır ki, O da Hakk Teâlâ (CC)’dır.

Meselâ Sahih-i Buharî’nin rivayet ettiği bir Hadis’te Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz: “Bir kimse, ameli ile cennete giremez” buyurduklarında, Eshab’ı: “Siz de mi, ey Resulullah?” diye sormuşlar ve Kendileri’nden: ”Evet, ben de giremem, yeter ki Allah’ın rahmet ve mağfireti beni örtmüş ve sarmış olmasın” cevabını almışlardır. İşte Yüce Allah (CC), bu gibi amelleri, birçok Âyet ve Hadisler’le açıklandığı gibi, sebep ve vasıta kılmıştır.

Ey insanlar! Sizlere, bütün bu konuları anlatıp açıkladıktan sonra artık sizlerde bir şek ve şüphe kalmamalıdır. Şuna iman ediniz ki, gerek zâhirî ve gerekse bâtınî hareket ve davranışlarınızda, bir an dahi gaflete düşüp, uyanıklılığınızı kaybetmemelisiniz. Kişi, daima sebep ve vasıtaları vesile kılmayı düşünmelidir. Zira bu vesileler, zâhirî ve bâtınî çevrenizde bulunmaktadır. Daima hayata ait ihtiyaçların ve zıd ihtiyaçların için az veya çok yardıma muhtaçsın. Ve bu yardımı istemelisin. Bütün hareket ve davranışlarında mü’min veya kâfir kişilerden, keza canlı ve cansız nesnelerden yardım istemektesin. İçinden veya dışından şöyle konuşmaktasın: “Ey yer! Evimde, kalbimin huzur ve sükûn bulması için bana yardım et.” Veya: “Ey gölge! Benden şiddetli soğuğu veya sıcağı uzaklaştır.” Ya da: “Ey adam! Su çuvalı yüklemek için bana yardım et. Ey bineğim! Beni evime sâlimen götür. Ey bana ve Rabb’ime düşman kâfir doktor! Hastalığımı atlatmak için bana ilâç ver.” Bu ve buna benzer şeyleri, hal ve durumuna göre istemektesin. Lâkin bütün bu saydıklarımızın adi sebep ve vasıtalar olduğunu hiçbir zaman aklından çıkarmamalısın.

Şunu iyi bil ki, gerçekten feryad edilecek ve yardım istenecek hakiki yardımcı, ancak Allah (CC)’tır. Fakat zâhirî durumunun gösterdiği gibi, buna benzer sebep ve vasıtalar olmadan maksadına ulaşamayacaksın.

Hasta olduğun vakit sana: “Allah (CC)’a güven ve şu doktor kâfirdir, gitme”, geçimini temin etme yolunda birlikte bulunmaklığın icabeden kişiler için: “Allah (CC)’a güven, sakın bu kâfirlere hizmet etme”, ulaşım için aciliyet gerektiğinde: “Bu kâfir icadı uçağa binme” denmiş olsa, bu sözün akılsızca oluşu seni güldürür, hatta sana tavsiyede bulunanı delilikle itham edersin. Eğer başka çaren yok ise, doktor kâfir de olsa, tıp ilmini öğrenmiştir, faydalanmak gerekir. Bir kimse, geçimi için icabediyorsa, kâfire yaklaşabilir. Seni, gideceğin yere sâlimen ve en çabuk bir şekilde götüren uçağa, kâfir icadı diye nasıl binmek istemezsin? Bütün bunları bildiğin halde, kendinin tevhid makamının en üst mertebelerinde olduğunu sanırsın.

Biri senin yanında: “Ey Allah’ın Resulü, sıkıntıma yetiş!” dese veya: “Ey Hazret-i Şeyh veya Şeyh Abdülkadir Geylânî, imdadıma yetiş!” diye feryad etse, bu defa nefsinde vesvese veya şüphe doğar. Nefs-i emmare, şeytanları senin üzerine göndererek, bu zatın söylediklerinin küfür ve şirk olduğu vehimini aklına yerleştirir de bu imdadı isteyenin üzerine şiddetle gider ve inkâra kalkışırsın. Bu yaptığınla yetinmeyerek, belki de, bu ulu zatlardan yardım isteyenlere küfür edersin. Şayet bu sözü söyleyenin düşüncesine göre, çağırdığı kimsenin bizatihi müessir olacağını düşünecek olursan, o vakit de Müslüman kardeşin hakkında kötü düşüncede bulunmuş olursun. Âyet ve Hadisler’de belirtildiği gibi, bir kimsenin dili bir kelime küfür etmiş olsa, bunu mümkün mertebe te’vil etmeli, yekten kötü düşünceye saplanmamaya dikkat etmelidir.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi: “Ey kâfir tabip! Hastalığımı def etmek için bana yardım et” demişsen, sen de müşrik durumuna düşmüş olursun. Hatta o vakit, seslendiğin tabipten daha çirkin bir durumda olursun. Çünkü bu hitabınla Rabb’ine ve sana düşman olan kâfir ile ortak olmuş olursun. Hâlbuki birinin peygamberinden veya bir Allah dostundan yardım istediğini duyduğunda, o kimseyle alay eder ve küçümsersin. Burada sen, bir kâfiri veya cansızı, bizlerin tevessül ettiğimiz Allah (C.C)’ın velilerine tercih etmiş olursun. Hakk Teâlâ (CC)’nın güçlü Kitab’ında aşağıdaki yazılı olan kelâmı da unutmuş olursun. Yüce Allah (CC), Yunus Sûresi 62. Âyet’inde:

“İyi bilin ki, Allah’ın velileri için asla korku yoktur. Onlar, mahzun da olmazlar” buyurulmaktadır.

Bundan başka pek çok Rabbânî ve kudsî Hadisler’i de unutmuş olursun. Buharî’nin Sahih’inde, Ebu Hureyre (RA)’den naklen şu Hadis anlatılır:

“Kulum, kendisine farz kıldığım şeyleri yapmakla Bizi sevindirir. Kulumun en çok sevdiğim şeyi yaptığını görmek, kendisine farz kıldıklarımı yaparak bana yaklaşmış olmasıdır. Kulum, kendisini bana sevdirmek için durmadan yaklaşmaktadır. Ben bir kulumu sevmiş olursam, onun işiten kulağı, gören gözü, vurup kırdığı eli, yürüdüğü ayağı olurum. Ben’den bir şey isterse ona istediğini verir, yardım isterse yardım etmiş olurum” buyurulur.

Bu Hadis’i rivayet eden başka bir grup da şu ilâveyi yapmışlardır:

“Kulumun konuştuğu dili ve düşündüğünü temin eden kalbi olurum”

Yukarıdaki Hadis’ten anlaşıldığına göre, Allah (CC)’ın velisi, Rabb’inin tecelliyatını görür, bazı usul ve kanunları O (CC)’ndan alır. Veliden bir hareket, sükûnet, bir ilim veya iş, amel görüldüğü veya sudur ettiği takdirde, bunların ancak ve ancak Yüce Allah (CC)’ın ona tahsis ettiği özel izni ile olduğu bilinmelidir. Zira veli, şeriatça gelen, genel izin ile kanaat etmeyip, özel izni genel izne uygulayarak, her ikisini bir seviyeye getirmeye çalışır. Böylece yanında eşyanın hazır olmasına veya olmamasına, uzaklık veya yakınlık düşüncesine, hayata veya memata aynı açıdan bakıp, aynı düzeyde görmeye ve kabul etmeye başlar. Böylece veli, Allah (CC)’a tam anlamıyla iman edenlerden, sâlih amelleri yapanlardan olur. İman edip, sâlih ameller işleyenler ile hatalı ve kötü ameli bulunup, inkârda bulunanlar hakkında Hakk Teâlâ (CC), güçlü Kitab’ında Casiye Sûresi, 21. Âyet’inde:

“Yoksa fenalık irtikab edenler, kendilerini iman edip, sâlih amel işleyenlerle bir mi tutacağımızı, hayatları ve mematları bir mi olacak sanıyorlar?” buyrulmaktadır.

Bu Âyet’ten anlaşıldığına göre, iyi ve kötü ameller düşünce mahsulü olup, bu amellerin Allah (CC)’a yaklaşma veya uzaklaşmada en büyük amil olduğu anlaşılır. Kudsî Hadis’ten, velînin mükâşefe ehli olduğu, Allah (CC)’ın özel izni olmadan kendisinden herhangi bir şey sadır olmayacağı anlaşılmaktadır. Zira velinin inancı şuhudidir. Onun için ölümü ile hayatı arasında bir fark yoktur. Veliden nefret edip alay edenler, Allah (CC) ile savaşacaklarını bilmelidirler. Kim Yüce Allah (CC)’a karşı böyle bir savaşa kalkarsa, dünya ve ahirette her şeyini kaybettiği gibi, İlâhî huzurdan da kovulmuş olur. Bu konuyu inkâr etmek, dinin önemli usul ve kaidelerini inkâr etmek demektir.

Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in işaret buyurduğu gibi, kişinin güzel ameller sahibi olması hakkında pek çok Hadis vardır. Müslim’in Sahih’inde şu Hadis anlatılır:

“Güzel iş veya amel odur ki, Allah’ı görüyormuş gibi amel etmektir. Onu göremezsin ama O, seni görmektedir.” Allah (CC)’ı görüyor gibi olmak, kör ile gözü görenin bir arada olması gibi örnek olarak alınırsa, kör bir insan, yanında kendisini kollayan ve gören birinin olduğunu bildiği halde göremez. Yanında bulunan gören insanın daha sert ve katı olmamasını dikkatle murakabe eder. İşte Allah (CC)’ın velisi de Yüce Allah (CC)’ı, harekâtında ve sekenatında, işinin ortasında veya sonunda bilerek murakabe eder ki, veli, bu murakabe anında, tıpkı kendisi gibi gören bir zatla birlikte olur. Her biri, diğerini görmüş olur. O vakit, Yüce Allah (CC)’ı gözüyle görmüş gibi murakabe etmeye başlar, yani Allah (CC)’ı gözetlemeye yönelir.

Velilik makamının gerçek bir makam olduğunu düşünerek: “Zamanımızın bu gibi makam sahibi velilerden yoksun olduğunu görmekteyim. Zira kendilerine velilik atfeden bazı kimselerin, hatta gördüğüm bazı kimselerin veli olmadığmı anlıyorum. Çünkü bu insanlar, rastgele yiyor, içiyor, çarşılarda dolaşıp, duruyor” der isen, sana, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in, unutmuş gibi göründüğün, bir Hadis’ini hatırlatayım: “Ümmetimden bir taife vardır ki, Allah’ın ecel buyruğu gelinceye kadar, Hakk ve doğru yolda yürümektedirler” buyurmaktadırlar.

İşte senin bulunduğun vaziyet, İsrailoğullarının ve müşriklerin vaziyetine benzemektedir. Zira Yahudiler, Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem hakkında: “Evet, nübüvvet haktır. Lâkin Muhammed bizlerle aynı yaşta olup yemekte, içmekte, çarşılarda dolaşmakta olduğuna göre peygamber olamaz” demişlerdi. Belki de senin nefs-i emmaren, seni içinden dürtüp vesvese vererek, bu sözleri kabullenmen için manen zorlayabilir. Ve sana, bu konunun böyle olmadığına dair Âyet ve Hadis örnekleri hatırlatıp, zor durumda bırakabilir. İlk düşüneceğin şey, Allah (CC)’tan yardım istemendir.

Nitekim doğru gelen bir Hadis’te, Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, İbn-i Abbas (RA)’a vasiyyet etmişler ve: “Şayet bir şey sual edecek isen, Allah’tan sual et. Yardım isteyecek isen, Allah’tan iste” buyurmuşlardır.

İnsanlar, dünya ve din işlerindeki sebep ve vasıtalardan, yaşadıkları süre boyunca bir an dahi uzak ve ayrı kalamazlar. Hakk Teâlâ (CC), Hz. Musa (AS)’yı elinin parlak beyazlığı gibi mucizelerle donatıp elçi olarak gönderdiğinde, korkmamasını, firavun ve kavmini yeneceğini vaad etmişti. Hz. Musa (AS), Yüce Allah (CC)’ın bu vaadine kanaat etmeyip, kendisinden zâhirî ve bâtınî ilmî ve amelî sebep ve vasıtalar istemişti. Meselâ bu ilmî ve amelî işlerden göğsünü açmasını, işlerini kolaylaştırmasını, kendisini anlamaları için de dilinin çözülmesini istemiş ve yine kendisine, işlerinde yardımcı olması için kardeşi Harun (AS)’u vezir yapmasını istemişti ki, bunun sebebi, birlikte daha çok Allah (CC)’ı tesbih etmek içindi. Hz. Musa (AS)’nın Rabbine bu şekilde dua edişi, güçlü kitabın Tâhâ Sûresi’nin 25. -35. Âyet’inde mevcuttur:

“Ey Rabbim! Meşakkatlere tahammül için göğsümü aç, içimi kolaylaştır, dilimden düğümü çöz ki sözlerimi anlasınlar, bana ailemden birini, kardeşim Harun’u vezir yap da, onunla arkamı güçlü kıl. Onu, işimde bana ortak yap. Şunun için ki seni çokça tesbih edelim ve analım, sen bizi görürsün”

Hakk Teâlâ (CC), Hz. Musa (AS)’nın istediklerine icabet etmiş ve: “Ey Musa! Sana istediklerin verilmiştir” buyurmuştur. Bu Âyet’ten de anlaşıldığı gibi, din ve dünya işlerinde Allah (CC)’tan vesileler istemek, bizim dinimizde olduğu gibi, diğer dinlerde de şer’an caizdir. Bu sebeple Yüce Allah (CC), güçlü Kitabı’nın Maide Sûresi 2. Âyet’inde:

“Ey iman edenler! İyi işe ve takvaya yardım edin, asi olanlara ve mütecavizlere yardım etmeyin. Allah’tan sakının” buyurulmaktadır.

Burada bize, yardım istemenin ve yardım etmenin sadece hayırlı işlerde iyi sonuç verdiği ve övülmeye değer olduğu; şer işlerde ise yerildiği, hatta ayıp görüldüğü anlatılmak istenmiştir. Hakk Teâlâ (CC), bu konuya temasla, Maide Sûresi 35. Âyet’inde:

“Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve O’na yaklaşmak hususunda vesile arayın, yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz” buyurmuştur.

Bu Âyet bize, takvanın bütün zâhirî ve bâtınî ibadet ve bilgileri kapsadığını gösterir. Yaşamak ve geçinmek için çalışmanın, keza cihadın lüzumlu olduğunu gösterir. Burada cihaddan kasıt, nefsi emmare ile cihad olup, zâhirî ve bâtınî kâfirlerle ve şeytanlarla cihaddan daha faziletli olduğudur. Zira Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’den tevatüren gelen bir Hadis’e göre: “Küçük cihaddan geldik, şimdi büyük cihada yöneleceğiz” buyruğu malûmdur. Zâhirî sebep ve vasıtalar, küçük cihadın sebep ve vasıtaları olduğu gibi, bâtınî sebep ve vasıtalar da büyük cihadın sebep ve vasıtalarıdır.

Âyet’teki manâyı soracak olursan: Şayet Allah (CC)’tan gayrı kimseden bir şey istemek durumunda bulunursan, önce kalben Allah (CC.)’a niyaz etmelisin ki, Yüce Allah (CC), sana, yardım edecek bir kalbi göstermiş olsun. Zira yaratılanların hepsinin kalbi, O (CC)’nun elinde bulunmaktadır. Yalnız iyi anlaşılmalıdır ki, sana yardım için göndereceği kalbi, sana yardım özelliği ile yapmamıştır, buna imkân yoktur. Sahih’de anlatılan bir Hadis’te, Yüce Allah (CC), kulunun yardımcısıdır; yoksa kul, bir kardeşinin yardımına tahsis edilmemiştir, şeklinde açıklama mevcuttur. Ne var ki, bir kulun diğer bir kula yardım etmesi, iyi amellerdendir. Yüce Allah (CC), o kulunu mükâfatlandırır, ihtiyaçlarının temininde o kula yardımcı olur. Şayet Allah (CC) kuluna yardım etmemiş olsa idi, kul da kardeşine yardım edecek güç ve kudreti kendinde bulamazdı. Bu sebeple tevekküle, belki de rütbelerin en aşağısı denir. Tevekkülün en aşağı hali, kişinin Allah (CC)’a itikat ederek, vasıta ve sebepleri araştırdıktan ve başvurduktan sonra tevekkül etmesidir. Orta hali ise kişinin sebepleri Yüce Allah (CC)’ın etkili mazharı yönünden araştırması ve Allah (C.C)’ın kudretini görmesi için bunların birer ayna mahiyetinde olduğunu bilmesidir ki, bu durum, özel ve has insanların halidir. Tevekkülün en yüksek haline gelince, kişi, sebepleri asla araştırmaz, vücudunun bütün zerreleri ve ağırlığı ile kutsal canibe yönelir, sebep ve vasıtaların çevresinde hiçbir vakit dolanmaz. Zira bu sebep ve vasıtalar, kendi talepte bulunmadığı halde, kendi isteğinin dışında, bilmediği ve anlamadığı yerlerden gelir. Bu kişinin böylece dünyadan ve onu sevip isteyenlerden kaçmak isteğinin hakikati açıklanmış olur. İşte bu hal, meselenin özünün özüdür. Tevekkül konusunda, bu üç dereceden herbiri, birden ona kadar sayıdadır. Allah (CC)’a giden yolların sayısı, yaratılanların sayısı kadar çoktur.

Bir kimse, kendine lâyık görülmüş olan basamağı bırakıp, daha aşağı bir basamağı kendisine yer edinirse, Yüce Allah (CC)’ın hitabına uğrar.

Bu konuda misal olarak anlatıldığına göre, Yusuf Aleyhisselâm, babası Yakup Aleyhisselâm ile hâzinelerini gezmişti. Son olarak, babası ile evrak hâzinelerine girdiğinde, Yakub Aleyhisselâm: “Ey çocuğum! Buradan sekiz konak uzaklıkta bulunduğuna ve bu evrak da elinin altında bulunduğuna göre, asi olmanın sebebi nedir?” diye sorduğunda, Yusuf Aleyhisselâm babasına: “Cebrail Aleyhisselâm öyle emir verdi” der. Babası, bu emri vermesinin sebebini Cebrail Aleyhisselâm’dan öğrenmesini söyleyince, Yusuf Aleyhisselâm: “Bunu sen, benden daha iyi yaparsın, bunun sebebini sen sor” der. Yakup Aleyhisselâm, Hazret-i Cebrail’e bu soruyu sorduğunda, şöyle cevap alır: “Sen: ‘Korkarım Yusuf’u bir kurt yer’ demiştin. Yani korkun sebebiyle, Hak Teâlâ, böyle söylememi emir buyurdu” der. Hazret-i Yakup: “Doğrusu şimdi sebebini anladım, içim rahat etti” der.

Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, İbn-i Abbas (RA)’in kendisine en lâyık olan tevekkülün en yüksek basamağına vardığını anlamış ve kendisini tenkid etmemeleri için başka bir mevki ve mertebe aramamasını tembih edip öğretmişti. Bir kaide olarak, iki delili biraraya getirmek icap ettiği taktirde, yüksek mevkie çıkan bir kimsenin, yasaklanan bir şeyin sebep ve vasıtalarını yüklenmesi icab etmez ve mümkün de değildir.

Şayet zâhirî sebep ve vasıtalarla, bâtınî olanların arasındaki farkı düşünecek olursan ve senin aklî delilin Âyet ve Hadisler’in hilâfına hüküm verirse -ki bunların tümü Âriflerin ve Rabbânî Âlimlerin kitaplarında yazılıdır- belki de bu düşünce seni, Yüce Allah (CC)’ın Resulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve meleklerinin kişiye yardım hususunu inkâra yöneltir. Bâtınî sebep ve vasıtaların mevcudiyeti, Kur’an-ı Kerim’de açıklanmıştır ki, bunların inkârı küfür sayılır. Bâtınî sebep ve vasıtaların aksine, zâhirî sebep ve vasıtaları inkâr etmediğin takdirde, bir şey göremeyeceğin gibi, kimse de bunu sana gösteremez. Çünkü senin içinde bulunan sıkıntı, seni, görmekten men eder ki duyan, konuşan ve görenler arasında senin durumun kör, sağır ve dilsiz bir kişiye benzer. Zira gören, konuşan ve duyan kişiyi aydınlık sarmıştır; ağzından çıkan sesler bu aydınlığı müşahede edemediği gibi, varlığını da inkâr eder.

2021-09-01T16:05:09+03:00 By |