Silsile

/Silsile
Silsile 2018-04-23T00:06:31+03:00

Hazret-i Peygamber ile Dört Halife’nin Hayatı Ve Tarikat İmamlarının İrşadları

Yazan:

Emekli Başimam, Hafız Mikdat Yılmaz İstanbul-2005

CenÂb-ı Allah’ın Varlığı ve Sıfatları

Bu bölümde, silsilede isimleri geçenlerin mümkün olduğu kadar hayat hikâyelerini kaleme alacağız. Silsilede başta Cenâb-ı Hakk’ın ismi geçtiğinden evvelâ O’nun adıyla başlamak en doğrusu olacaktır.

Cenâb-ı Allah’ın Varlığı

Allahu Teâlâ: Varlığı muhakkak olan ve güzel sıfatların tamamı kendisinde bulunan, zâtı ve sıfatları itibariyle hiç kimseye benzemeyen, büyüklüğünde nihayeti olmayan eşsiz bir varlıktır.

Yüce Allah’ın varlığına bu şekilde inanan kişiler, imanlarında artık kemale ermişlerdir. Çünkü onlar, neye ve nasıl iman edeceklerini bilen kişilerdir. Bu sebeple, imanı kemale erdiren yüce Allah’ın yukarıda zikrettiğimiz vasıflarını tafsilâtlı olarak incelemek yerinde olacaktır:

  1. Allahu Teâlâ vardır. Çünkü varlığı muhakkaktır. Şöyle ki, yaşadığımız dünya ve onun üzerinde bulunan insanlar, dağlar, denizler, ağaçlar, bitkiler, hayvanlar, güneş, ay, yıldızlar ve diğer canlı-cansız bütün varlıkların yaratılışı, varlıklarını sürdürüşü ve birbirleriyle olan münasebetleri büyük bir sistemin varlığını göstermektedir. Bu harika varlıkların tesadüfen var olmaları ve varlıklarını sürdürmeleri asla düşünülemez. Zaten bunların kendi hayatlarını sürdürürken sahip oldukları düzen ve intizam, kendilerine müdahale eden ve bu düzeni sağlayan büyük bir varlığın olduğunu bize ifade etmektedir. Öyle ki o yüce varlık, yukarıda saydığımız varlıklardan daha önce var olduğunu ve onları kendi arzu ettiği düzen ve intizam içerisinde yarattığını, onların lisân-ı halleriyle bize açıkça göstermektedir. Bununla birlikte yüce yaratıcı, gönderdiği kitaplar ve sayfalar ile mucize sahibi kişiler (peygamberler) vasıtasıyla da bize kendi varlığını haber vermiştir. İnsanoğlu, kendisini yaratan Allah’ı gerek bu tabiat varlığı üzerinde düşünerek, gerekse gönderdiği kitapları okuyarak, anlayarak ve O’na iman edecek kabiliyette ve idraktedir hiç şüphesiz. Nitekim şöyle buyurulmuştur:

Kendini bilen Allah’ı da bilir.

Bir insan doğru bir muhakemeyle kâinattaki yaratılış sırrını anlayabileceği gibi, kendi nefsini tanıma imkânını da elde eder. Çünkü sağlam bir mantık uygulandığında her şey kendiliğinden çözülür. Kendi vücudunun yaradılışı, organlarının görevleri ve büyük bir intizamla çalışması, dışarıdan hiçbir katkı olmaksızın vücudun muntazam bir şekilde işleyişi elbette ki tesadüfî olamaz. Çünkü bu sistemde muazzam bir bilgi ve teknoloji vardır. Bu sistemin devamını sağlayan öyle bir kuvvet vardır ki o sistemi terk ettiğinde vücuddaki bütün işleyen sistem durmaktadır. O güç ruhtur. Bedendeki harikalara akıl erdiremeyenlerin, ruhu anlayabilmeleri düşünülemez. Ancak akıl her ikisini de kabul edebilir. Zira inkârı mümkün görülmemektedir. Ruhun mevcudiyeti, bedenin ölümüyle zaten ortaya çıkmaktadır. Zira o gidince beden ölmekte, ancak insan varlığını manevî bir âlemde sürdürmeye devam etmektedir. Bununla birlikte ruhun Allah’ın emrinde olan ve hakkında gözle görülür bir bilgi ortaya konulamayan bir nesne olduğu bilinmektedir. Ruhun inkâr edilemeyeceği ve edilmemesi gerektiği, bütün dinlerin ve müsbet bilimin ortak görüşüdür.

  1. Bütün güzel isimler ve sıfatlar Allah’ındır. Cenâb-ı Hak’ta, güzel isim ve sıfatların tamamı mevcuttur. Çünkü O’nun yarattığı her şey güzel ve kusursuzdur. Hak Teâlâ, zâtında tek olduğu gibi sıfatlarında da tektir. Sıfatlarının tecelli ettiği eşyaya baktığımızda bunu akl-ı selîmimizle rahatlıkla idrak edebiliriz. Cenâb-ı Allah’ın sıfatları iki kısımdır:
  2. Sübûtî sıfatlar: Bu sıfatlara bakıldığında, Allahu Teâlâ’nın varlığı isbat edilmiş olur. Bunlar sekiz tanedir:
  3. Hayat: Allahu Teâlâ’nın diri olması.
  4. İlim: Allahu Teâlâ’nın her şeyi bilmesi.
  5. Semî‘: Allahu Teâlâ’nın her şeyi işitmesi.
  6. Basar: Allahu Teâlâ’nın her şeyi görmesi.
  7. İrade: Allahu Teâlâ’nın dilemesi.
  8. Kudret: Allahu Teâlâ’nın her şeye kadir olması.
  9. Kelâm: Allahu Teâlâ’nın söylemesi.
  10. Tekvin: Allahu Teâlâ’nın dilemesiyle bir şeyin meydana gelmesi.
  11. Zâtî sıfatlar: Bu sıfatlar, Cenâb-ı Allah’ın zatına mahsus olup altı tanedir:
  12. Vücud: Allahu Teâlâ’nın var olması.
  13. Kıdem: Allahu Teâlâ’nın varlığının öncesi olmaması.
  14. Bekâ: Allahu Teâlâ’nın varlığının sonu olmaması.
  15. Vahdâniyyet: Allahu Teâlâ’nın bir olması.
  16. Muhâlefetün li’l-havâdis: Allahu Teâlâ’nın yarattıklarının hiç birisine benzememesi.
  17. Kıyâm bi-nefsihî: Allahu Teâlâ’nın varlığı için hiçbir şeye ve kimseye muhtaç olmaması.

Sübûtî ve zâtî sıfatlara bakıldığında, Cenâb-ı Hakk’ın varlığı ve mükemmelliği anlaşılır. Yüce Mevla’mızın zâtında ve sıfatlarında var olan güzelliğinin sonsuzluğu kolaylıkla kabul edilir. Çünkü Allahu Teâlâ, insanları kendisine iman edecek ve idrakince anlayabilecek kabiliyette yaratmıştır. Bu sebeple sadece insanlara ve diğer manevî varlıklara ibadet etmek farz kılınmıştır; hayvanlara ve diğer varlıklara böyle bir vazife yüklenmemiştir. Çünkü idrak eden insan, bu nimetin karşılığında iman ve ibadet etmesi gerekmektedir.

  1. Allahu Teâlâ, zâtı ve sıfatları itibariyle hiç kimseye benzemez. Yaratılan mahlûkata ve mevcûdata baktığımızda, eşyanın varlığı ve güzelliği, bunları bir İlâhî gücün yarattığını ve ondan başka hiçbir gücün böyle bir eser ortaya koyamayacağını bize açıkça göstermektedir. Bu mükemmelliği idrak, yaratılan ile yaradanı mukayese eden her akıl sahibi için mümkündür.

Varlıkların sayısız ve büyük-küçük farklı nisbetlerde oluşu, onlarda mevcut yüksek sanat kudretini daha açık bir surette ortaya koymaktadır. Çünkü bütün bu varlıkları yaratan ve yaratıcılığında yüksek sanat kudreti bulunan yüce Allah, nihayetsiz güç ve yaratma sahibidir. Ortağı yoktur ve tektir. Bu şekilde eserlerine bakarak Cenâb-ı Allah’ı anlayabileceğimiz gibi, gönderdiği peygamberler ve onların tebliği ettiği kitaplar vasıtasıyla da yüce yaradıcıyı anlamamız mümkündür. Şüphesiz bütün hususiyetleriyle Hakk Teâlâ’yı idrak insan aklı için mümkün değildir. Bu sebeple, O’nun bildirdiği kadarını anlayıp O’na ve bütün sıfatlarına iman etmek en doğru yoldur. Allah’ı rab olarak bilip, kendi kulluğunu idrak etmek, insanoğlu için tutulacak en güzel yol olarak kabul edilmektedir. Müslümanlar, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın bildirdiği ve örnek olduğu şekilde Allahu Teâlâ’ya iman ve ibadet etmekle mükelleftirler.

Bu arada mühim bir husus vardır ki o da şudur: İnsanoğlu Allahu Teâlâ’nın zatını değil, sıfatlarını ve eserlerini düşünmeli, onların üzerinde fikir edinmeye bakmalıdır. Zira Allah’ı idrakten insan âcizdir ve bunu bize Cenâb-ı Peygamber Efendimiz (s.a.v) haber vermektedir. Eserlerinde ve yarattığı düzende yüce Mevlâ’yı tanımaya çalışmak ve O’nun sonsuz kudretini ve merhametini görmek, biz insanların tutması gereken en akıllı yoldur. Kâinatı yoktan var eden ve yeryüzünde yarattığı pek çok şeyi biz insanların emrine âmâde kılan Cenâb-ı Allah’a sayısız ve sonsuz hamd-ü senâlar olsun. O ki vardır ve birdir, varlığında eşi ve benzeri yoktur, kudreti sonsuz ve affı nihayetsizdir, ancak O’na ibadet eder ve yalnız O’ndan yardım dileriz. Allah’ım! Bizi doğru yola ilet¸ nimet verdiklerinin, peygamberlerin, şehidlerin, sıddıkların ve salihlerin yoluna, azmış, sapmış ve dalâlete düşmüşlerin yoluna değil. Âmin.

 

1.Hazret-i Muhammed sallallahu Teâl aleyhi ve sellem Efendimiz

Doğumu          : Mekke-i Mükerreme, miladi 571.

Vefâtı               : Medîne-i Münevvere, miladi 632

Şemâil-i Şerîfi

Rasûlullah – sallallâhu aleyhi ve sellem- iri yapılı idi. Mübarek yüzü, ayın on dördü gibi parlardı. Orta boyludan biraz uzun, göze çarpacak kadar uzun bir kimseye göre ise daha kısaydı. Başı, büyükçeydi. Saçları, ne kıvırcık, ne de düzdü. Saçını, ortadan ikiye bölerek tarardı. Saçlarının uzunluğu, kulak yumuşaklarını geçmezdi. Saçları sıktı. Teninin rengi, ne kireç gibi beyaz, ne de esmerdi. Gül gibi kırmızıya meyleden bir beyazlıktaydı. Alnı geniş, kaşları açık, gür ve kavisliydi. İki kaşı arasında bir damar vardı ki, öfkelendiğinde belirirdi. Çekik burunlu idi. Öyle ki, kendisine dikkatlice bakmayan, burnunu kalkık sanırdı.

Yüzünü ve bütün vücudunu saran bir nûra sahipti. Sakalı gür ve siyahtı. Yanakları yumuşaktı. Ağzı genişçeydi. Dişleri inci gibi beyaz olup, alt ve üst ön dişleri seyrekçeydi. Göğüs kılları ince ve zarifti. Mübarek boynu, sâfîlikte gümüşü andırıyordu. Bünyesi mutedil idi. Karnı ve göğsü müsâvi idi. Göğsü genişti. İki omuz arası da genişti. Kemik başları iriceydi. Görünen uzuvları âdetâ göz kamaştıracak kadar parlaktı. Boynunun alt kısmı ile göbeği arasında iplik gibi uzanan bir kıl vardı. Göğsünde ve karnında hiç kıl yoktu. Kol ve omuzları kıllıydı. Kolları uzun ve elinin ayaları genişti. Parmak kemikleri uzundu. El ve ayakları iriydi. Etrafı ölçülüydü. Karnı ince ve göbeksizdi. Ayakları enliydi. Yere bastığında, su fışkırtacak kadar güçlü, ayağını yerden kaldırdığında toz kaldıracak kadar sertti. Adımları seri, yürüyüşü yumuşaktı. Yürüdüğünde, yokuştan iner gibi bir keyfiyet arz ederdi.

Bir yere bakmak için döndüğünde tam dönerdi, önüne bakardı. Bakışları çoklukla düşünceliydi. Ashabını öne geçirirdi. Karşılaştığı kimseye önce kendisi selam verirdi. Rasûlullah aleyhisselâm devamlı hüzünlüydü. Daima tefekkür halindeydi. Lüzumsuz konuşmazdı. Sükûtu uzundu. Konuşmaya başladığında da bitirirken de ağzını uygun

şekilde açarak gayet fasih konuşurdu. Herkesin anlayacağı ve beliğ bir hitabeti vardı. Ne kadar küçük olursa olsun nimete hürmet gösterirdi. Bir şeyi tartışırken öfkelenip kalkmazdı. Hakkı zaferi elde edene kadar savunurdu.

Kendi menfaati için öfkelenmezdi. Yalnızca kendisi için veya nefsini tatmin için her hangi bir şeyi başarmağa çalışmazdı. İşaret ettiği zaman, elinin tamamıyla işaret ederdi. Hayrete düştüğü zaman hayretini giderirdi. Konuşmasını yarım bırakmazdı. Öfkelendiği zaman yüzünü çevirirdi. Sevindiği zaman başını öne eğerdi. Gülüşü tebessümden öteye geçmezdi. Sıcakkanlıydı.

Zamanını üçe bölerdi. Birini Allah için, birini ailesi için, birini de kendisi için ayırırdı. Meşguliyetini buna göre ayarlardı. İlmini bütün insanlara arkadaşları vasıtası ile iletirdi. Onlardan hiçbir şey saklamazdı.

Ümmetinin sıkıntılarını halleder ve söylediklerinin orada bulunmayanlara iletilmesini tembih ederdi: “Benden bir şey işitip de yanımda bulunan, bulunmayana ulaştırsın. Bana hacetini bildirmeye gücü yetmeyen kimsenin hacetini kim bana bildirirse Allah kıyamet gününde iki ayağını sabit kılıp kaydırmaz.” buyururdu. Yanına gelenler, ziyaretçi olarak gelirler, ilimle teçhiz edilmiş olarak ayrılırlardı.

Rasûlullah dilini tutardı. Ancak kendisini alâkadar edecek işlerde konuşurdu. Ashabını uyuşturup, nefret ettirip kaçırmazdı. Her kavmin büyüğüne ikram edip, onların başlarına onu tayin ederdi.

İnsanlarla çok haşır neşir olmazdı. Lâkin gerek sevincini, gerek üstün ahlâkını onlardan saklamazdı. Cemaate gelmeyeni arar, ne olup bittiğini sorardı. Güzel olanı daha da güzelleştirip takviye eder, çirkini kınardı. İşi daima mutedildi. Her şeyi bütün açıklığıyla anlatırdı. Çevresinde olanlardan haberdardı. Mutlaka hakkı söylerdi.

Rasûlullah (s.a.v), ancak öğüt vermek için oturup kalkardı. Kendisine belirli bir yer ayırmazdı. Ashabını da böyle şeylerden alıkoydu. Bir topluluğun yanına vardığında hemen yanlarına oturur, kimsenin rahatsız olmasını istemezdi. Ashabına da bunu emrederdi. Birisi bir iş için yanına gelince çok sabırlı davranır, ayrılmadıkça onu bırakıp gitmezdi.

Kendisinden istenen şeyi mutlaka verirdi. Bulamazsa güzel sözle isteyenin gönlünü alırdı. Gerek güzel huyu, gerek tebessümüyle herkesin gönlünü fethetmiş, sanki herkesin babası olmuştu. Çünkü O’nun nazarında, hak hukuk açısından kimsenin kimseye üstünlüğü yoktu, herkes O’nun nezdinde eşitti.

Meclisi bir edeb, hayâ, sabır ve emanet meclisiydi. O’nun meclisinde yüksek sesle konuşulmaz, namus ve şeref çiğnenmez, hatalı ve yanlış davranışlar ifşa edilmezdi. Bütün Müslümanlar eşitti, üstünlük ancak takva ile olabilirdi. Son derece mütevazı idi. Büyüğe saygı, küçüğe sevgi ve şefkat gösterirdi. İhtiyaç sahiplerini kendine tercih eder, yabancıyı korurdu.

Üç çirkin huydan uzak dururdu; lüzumsuz münakaşa, çok konuşmak ve boş söz. Kimseyi kötülemez,  ayıplamaz ve kimsenin ayıp ve kusurunu aramazdı. Sadece sevap umduğu konulurda konuşurdu. Konuştuğunda yanındakiler can kulağıyla dinlerdi. Ancak O sükût buyurduğunda konuşurlardı, ama asla tartışmaya girmezlerdi. Arkadaşlarının hoşlanıp güldüğü şeye O da tebessüm buyururdu. Yüzüne karşı yapılan övgüyü kabul etmezdi. Kimsenin sözünü kesmez, konuşanın sözü bitinceye kadar beklerdi.

Allah Resulü sabırlı ve tahammüllü olup hiç bir şey onu kızdırmaz, hiçbir şey ürkütmezdi. (Bu açıklamayı Tirmizî rivayet etmiştir. Asr-ı Saadet, cilt 1, s. 179.)

Cismi nazîf, kokusu latîf idi. Koku sürünsün sürünmesin, teni ve teri en güzel kokulardan daha iyi kokardı.  Bir kimse O’nunla musâfaha etse, bütün gün O’nun güzel kokusunu hissederdi. Mübarek eliyle başını okşadığı bir çocuk, güzel kokusuyla diğer çocuklar arasında hemen ayırt edilir ve belli olurdu.

Rasûlullah Efendimiz, doğduğu vakit dahi pâk ve temiz idi. Sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak doğmuştur.

Hisleri fevkalâde kuvvetli idi. Pek uzaktan işitir ve kimsenin göremeyeceği mesafeden görürdü. Bütün hareketleri mutedil idi. Bir yere giderken, acele etmeden ve sağa sola meyletmeyerek tam bir vakar ile yürürdü. Yavaş yürür gibi görünürdü, fakat yanında gidenler, süratlice yürüdükleri hâlde O’ndan geri kalırlardı.

Mübarek yüzünde câzip bir nûr, sözünde emsâli görülmemiş bir tatlılık, hareketlerinde incelik, kelimelerinde ve ifade­lerinde görülmemiş bir fesâhat ve belâğat, vardı. Boş söz söylemez, her sözü hikmet ve nasi­hat ile doluydu. Herkesin anlayışına göre söz söyler,  kimseye fena söz söylemez, kötü muâmele yapmazdı.

Yumuşak huylu ve mütevâzı idi. Sert değil, ancak sevimli ve vakarlı idi. O’nu ansızın gören bir kimseyi korku alırdı. Gülmesi tebessüm şeklindeydi. Rasûlullah Efendimiz ile sohbet eden kişi, O’na cân-ü gönülden âşık olurdu. İnsanlara, derecelerine göre iltifat gösterirdi. Akrabasına yardım ederdi. Ehl-i Beyte, Ashâbına ve diğer insanlara nezâketle muamele ederdi. Hizmetçilerini hoş tutar, kendi yediğinden onlara yedirir ve giydiğinden giydirirdi.

Rasûlullah Efendimiz, cömert, ikrâmı seven, merhametli, yiğit ve olgundu. Ahdine, sözüne ve vaadine son derece sâdık idi. Akıl ve zekâ bakımından bütün insanlardan üstün ve her türlü medh-ü senâya lâyıktı. Hulâsa; sûreti güzel, sîreti mükemmel, misli yaradılmamış mübârek bir vücûdu vardı.

Allâhümme salli âlâ Seyyidinâ Muhammedin
ve âlâ âlihî ve sahbihî ve sellim.

 

Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm      Efendimiz’in hanımları

 

1.Hatice

2.Sevde

3.Aişe

4.Hafsa

5.Zeyneb

6.Ümmü Seleme

7.Zeyneb

8.Cüveyriye

9.Remle

10.Safiyye

11.Meymune

12.Esma

13.Ümmü Şüreyk

14.Havle                  Allah cümlesinden razı olsun.

 

Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm Efendimiz’in Nesli

Rasûlulah Efendimiz’in Hz. Hatice’den dört kız, iki erkek ve Mariye’den bir erkek olmak üzere yedi evladı dünyaya gelmiştir. Oğulları şunlardır:

  1. Kâsım : Hazret-i Hatîcetü’l-Kübrâ (radıyellâhu anhâ) Vâlidemizden
  2. Abdullah
  3. İbrahim : Hazret-i Mâriye (radıyellâhu anhâ) Vâlidemizden.

Bunların hepsi küçük yaşta ve Rasûlullah Efendimiz’den önce vefat etmişlerdir. Cenâb-ı Peygamber Efendimiz’in kızları ise şunlardır:

  1. Zeyneb (r.anhâ): İslâm’dan önce Ebu’l-As ile evlendirilmiş, hicretin yedinci senesi vefat etmiştir. Umâme isminde bir kızı ve onun da Muğîre’den Yahyâ isminde bir oğlu olmuştur. Bundan sonra nesli kesilmiştir.
  2. Rukıye (r.anhâ): Hazret-i Osman (r.a) ile evlendi. Abdullah isminde bir oğlu oldu. Hicretin birinci yılında vefat etti. Oğlu Abdullah da altı yaşında vefat etti.
  3. Ümmü Külsüm (r.anhâ): Rukıye’nin vefatından sonra Hazret-i Osman ile (r.a) evlendi. Bundan dolayı Hz. Osman’a zi’n-nûreyn (iki nur sahibi) denilmiştir. Ümmü Külsüm’ün çocuğu olmamıştır. Hicretin sekizinci senesinde vefat etmiştir.
  4. Fâtıma (r.anhâ): Rasûlullah Efendimiz’in yedinci evlâdı olup, altısı kendisinden önce vefat etmiş, sadece Hazret-i Fâtıma (r.anhâ ) hayatta kalmıştı. Hicretin ikinci senesi onbeş yaşında iken, yirmi bir yaşındaki Aliyyü’l-Murtezâ (r.a) ile evlendirildi. Hasan, Hüseyin, Muhsin, Ümmü Külsüm ve Zeyneb isminde beş evlâdı oldu. Bunlardan Muhsin, Ümmü Külsüm ve Zeyneb küçük yaşlarda vefat etmiş, nesli Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’den (r.anhümâ) devam etmiştir.

Hazret-i Fâtımatü’z-Zehrâ’nın (r.anhâ) babasına büyük bir muhabbeti olduğu için, bütün hareket ve davranışları O’nun sîretine uygun olup, Rasûlullah Efendimiz’in vefatından sonra hiç gülmemiştir. Kendisi de babasının irtihâlinden altı ay sonra, yirmi dokuz yaşında Medîne’de vefat etmişlerdir.

Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm      Efendimiz’in (s.a.v) Mucizelerinden bazıları

  1. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın mucizelerinin en büyüğü, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm’in sayılamayacak kadar özellikleri mevcuttur. O’na müdâhale etmek isteyenler acziyet içerisinde yok olup gitmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm, bizzat Allahu Teâlâ’nın himâyesinde (Hicr Sûresi, 9. âyet-i kerîme) sonsuza kadar var olacaktır.
  2. Ayın ikiye bölünmesi: Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın mübarek ellerini duaya kaldırmasıyla kendisinden bu mucizeyi isteyenlerin gözü önünde ayın ikiye bölünerek yeryüzüne inmesi. Bundan önce böyle bir mucize hiç bir peygambere nasip olmamıştır.
  3. Su mucizesi: Bazı savaşlarda susuz kalındığında mübarek elini suya sokup, parmakları arasından su akıtması. Su kabı devamlı dolmuş, bazen seksen, bazen üç yüz, bazen bin beş yüz, bazen (Tebük savaşında) yetmiş bin kişi ve hayvanlar bu sudan içmişler ve kullanmışlardır. Mübarek elini sudan çıkarınca su kesilmiştir.
  4. Bir gün amcası Hz. Abbas’ın evinde, amcası ve Ehl-i Beytine dua ettiği zaman, duvarlardan üç kere âmin sesi duyulması.
  5. Kendisinden mucize istendiğinde, uzaktaki bir ağacı yanına çağırması ve ağacın köklerini sürüyerek gelip selâm verdikten sonra kelime-i şehadet getirerek dönüp yerine gitmesi.
  6. Hayber savaşında önüne zehirli koyun kebabı konduğunda, koyunun dile gelip: “Yâ Rasûlallah, ben zehirliyim, beni yeme” demesi.
  7. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın bir gün elinde put bulunan bir kimseye:’’Put beni tasdik ederse iman eder misin?” şeklinde sormasının ardından puttan: “Sen Allah’ın peygamberisin” sesinin işitilmesi. Bunun üzerine putu taşıyan adamın iman etmesi.
  8. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın yeni yapılan minbere çıkınca, önceden üstüne çıkıp hutbe okuduğu hurma kütüğünün buna dayanamayıp ağlaması.
  9. Eline aldığı çakıl taşlarının Allah’ı tesbih etmesi.
  10. Bağlı bir geyiğin Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm ile konuşması ve O’nu tasdik etmesi.
  11. Abdullah oğlu Cabir (r. anhümâ) bir koyun pişirdi. Peygamber Efendimiz ve ashabı ondan yediler. Efendimiz ‘kemikleri kırmayınız’ buyurdu. Kemikler toplandı ve mübarek ellerini kemiklerin üzerine koyup dua edince Allahu Teâlâ koyunu tekrar diriltti.
  12. Rasûlullah Aleyhisselâm’a konuşamayan bir çocuğu getirdiler. Efendimiz ona: “Ben kimim?” dedi. Çocuk: “Sen Rasûlullahsın” diye cevap verdi ve ölünceye kadar konuşabilme nîmetine sahip oldu.
  1. Bir kadın, Efendimiz Aleyhisselâm’a kel oğlunu getirdi, Rasûlullah mübarek elleriyle onun başını sıvadı. Çocuk şifa buldu ve saçları uzamağa başladı.
  2. Âmâ bir kimse: “Ya Rasûlallah, dua et de gözlerim açılsın” dedi. Efendimiz ona, abdest alıp kendisinin dua etmesini, Allah’ın Rasûlünü de duâsına şefaatçi kılmasını söyledi. Adam aynısı yaptı ve gözleri açıldı.
  3. Amcası Ebu Tâlib ile çölde yürürken amcası çok susadığını söyledi. Bulundukları yerde su da yoktu. Rasûlullah hayvandan inip: “Susadın mı amca?” dedi. O da, evet, deyince Efendimiz mübarek ayaklarının ökçelerini yere vurmasıyla hemen su fışkırdı ve içtiler.
  4. Hudeybiye Seferi’nde susuz kuyunun yanında konakladılar. Askerler susuzluktan şikâyet ettiler. Rasûlullah Efendimiz bir kova su istedi, içindeki suyla abdest alıp tükürdükten sonra, suyun kuyuya dökülmesini ve arkasından bir ok atılmasını emir buyurdu. Buyurduğunu yaptıklarında, kuyunun ağzına kadar su dolduğu görüldü.
  5. Medine’de minberde hutbe okurken bir kimse gelip, “Yâ Rasûlallah susuzluktan çocuklarımız, tarlalarımız ve hayvanlarımız helâk oluyor. Bize dua et” dedi. Efendimiz mübarek ellerini kaldırıp dua etti. Gökte hiç bulut yoktu. Hemen bulutlar toplandı, bir kaç gün yağmur yağdı. Yine Rasûlullah hutbede iken aynı adam gelip, yağmurdan helâk olacağız, dua et, dedi. Efendimiz gülümsedi ve: “Yâ Rabbi rahmetini başka kullarına da ihsan eyle” dedi ve bulutlar dağıldı.
  6. Rasûlullah Efendimiz Acem padişahı Hüsrev Perviz’e, iman etmesi için mektup gönderdi. Ancak Hüsrev mektubu parçaladı, mektubu götüren elçiyi de şehid etti. Rasûlullah Efendimiz buna çok üzüldü ve “Yã Rabbi, benim mektubumu parçaladığı gibi onun mülkünü parçala” dedi. Rasûlullah Efendimiz hayatta iken oğlu Şivuye, Hüsrev’i hançerle parçaladı. Hüsrev zamanında Acem memleketinin hepsi fethedildi. Hüsrev’in nesli de, mülkü de kalmadı.
  7. Rasûlullah Efendimiz Allahu Teâlâ’nın korumasında idi. Ebu Cehil O’na vurmak üzere büyük bir taşı kaldırdı. Rasûlullah Efendimiz’in iki omuzunda birer yılan gördü, taş elinden düştü ve kaçtı.
  8. Rasûlullah Efendimiz Kâbe’de namaz kılarken Ebu Cehil, tam zamanıdır diyerek bıçakla üzerine yürümek isterken hemen geri dönüp kaçtı. Arkadaşları niçin korktun dediklerinde “Muhammed ile aramızda ateş dolu bir hendek vardı. Bir adım daha atsaydım etrafındakiler beni yakalayıp ateşe atacaklardı. Çok korktum” dedi. Rasûlullah Efendimiz’e bu haber ulaşınca: “Allah’ın melekleri onu yakalayıp parçalayacaklardı” buyurdu.
  9. Hicretin üçüncü yılı, Kattan savaşında Rasûlullah Efendimiz bir ağacın dibinde yalnız dinlenirken Dasur isminde kâfir bir pehlivan sinsice gelip kılıcını çekip: “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” dedi. Rasûlullah Efendimiz: “Allah” dedi. Bunun üzerine kılıç adamın elinden düştü. Efendimiz kılıcı aldı ve bu kez aynı soruyu adama sordu. Kâfir ise: “Beni kurtaracak senden daha hayırlı kimse yoktur.” diyerek yalvardı. Rasûlullah Efendimiz adamı affedip serbest bırakınca iman etti.
  10. Bir gün Rasûlullah Efendimiz abdest almış, mestlerinden birisini giyip ikincisine elini uzatacağı sırada bir kuş geldi ve mesti kapıp havada silkti. İçinden bir yılan düştü. Sonra kuş mesti yere bıraktı. Bundan sonra ayakkabı giyerken silkmek sünnet oldu.

3.Hazret-i Ebûbekir-i Sıddîk (r.a) (Abdullah ibn-i osman)

Doğumu          : Mekke-i Mükerreme, miladi 572

                Vefâtı              : Medîne-i Münevvere, miladi 635  / hicri 14

Ebûbekir es-Sıddîk (r.a), beyaz yüzlü bir insandı. Zayıf vücudlu, hafif yanaklı idi. Yüzü etli değildi. Gözleri çukurdu. Alnı çıkıntılı idi. Çivit otunu kınaya katmak suretiyle sakalını boyardı.  İlk Müslümanlardandır. Rasûlullah Efendimiz’in âhirete irtihâlinin ardından ilk halife olarak seçilmiş ve bu yüce makamda, iki sene, üç ay, on gün süreyle vazife yapmıştır. Ebûbekir es-Sıddîk (r.a), ilk hac emîridir. Kur’ân-ı Kerîm’i o toplamıştır. Ölüm sebebi olarak, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın vefatına olan üzüntüsü gösterilir. Vefatından önce, yerine Hazret-i Ömer’i (r.a) halife olarak tayin buyurmuştur. (üsdü’l-Gabe, cilt 3, sayfa 334)

Rasûlullah (s.a.v) “Sen cehennemden âzâdsın” dediği için ona, âzâd mânasına gelen “atîk” lakabı verilmiştir. Hazret-i Ebûbekir (r.a), Allah Rasûlü’nün en yakın arkadaşıydı. Hazarda, seferde hicrette, mağarada, , savaşta, hiç bir zaman Rasûlullah Aleyhisselâm’ın yanından ayrılmadı. Her ân O’nunla irtibat hâlindeydi. Tevbe Sûresi’nin 40. âyet-i kerîmesinde; Hazret-i Peygamber’in arkadaşı olarak kendisinden bahsedilmektedir. Efendimiz ona: “Sen benim kardeşim ve mağara arkadaşımsın.” Ve yine: “Ebûbekir Cennettedir.” buyurmuştur. Cebrâil Aleyhisselâm Resûl-i Ekrem’e (s.a.v) gelerek dedi ki: “Yâ Muhammed! Ebû Kühâfe’nin oğluna söyle, Allah Teâlâ ondan razıdır.”

Hazret-i Ebûbekir (r.a) çok cömertti ve ibadeti severdi. Bir gün Rasûlullah Aleyhisselâm şöyle sordular: “Sizden bugün kim oruç tuttu?” Ebûbekir (r.a), “ben” diye cevapladı. “Sizden bugün kim sadaka verdi?” Ebûbekir (r.a), “ben” diye cevapladı. “Sizden bugün kim cenâzeye katıldı?” Ebûbekir (r.a), “ben” diye cevap verdi. “Bugün açları kim doyurdu?” Ebûbekir (r.a) “ben” diye cevapladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Peygamber Efendimiz: “Kim ki bunları bir güne sığdırdı, o cenneti hak etti” buyurdu.

Hazret-i Ebûbekir (r.a), birisi kendisini medhettiği zaman, şöyle duâ ederdi: “Allah’ım! Sen beni benden iyi bilirsin. Ben de beni medhedenlerden kendimi daha iyi bilirim. Allah’ım! Beni, onların zannettiklerinden daha iyi kıl. Benim hakkımda bilmediklerinden dolayı beni affet. Söylediklerinden dolayı da beni cezalandırma.”

Nakşibendi tarikatının kolu Hazreti Ebu Bekir (r.a.) den gelir.

4.Hazret-i Ömerü’l-Fâruk (r.a)

Doğumu          : Mekke-i Mükerreme, miladi 582

Vefâtı               : Medîne-i Münevvere, miladi 645 M/hicri 23

Uzun boylu, başı önden açık, teni bembeyaz, hafif allığı vardı. İnsanlar arasında atın üzerindeymiş gibi yüksek görünürdü. İki elini de aynı şekilde kullanabilirdi. Sakalını sarıya boyardı. Hicretin 17. senesinde büyük bir kıtlık oldu. Hazret-i Ömer (r.a), insanlar bolluğa kavuşuncaya kadar kendisine süt ve yağı yasakladı. Devamlı olarak zeytinyağı yediğinden renginde bir değişiklik meydana geldi.

On sene, altı ay, beş gün hilâfet makamında bulunmuş, yani devlet başkanlığı yapmıştır. Ashâbın ileri gelenlerinden olup,  ikinci halifedir. Adaleti ile meşhur olup, cennetle müjdelenmiştir. Hazret-i Ömer(r.a), Hazret-i Peygamber’in sülâlesindendir. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın peygamber oluşunun altıncı senesinde ve erkekler arasında kırkıncı olarak Müslümanlığı kabul etmiştir. Onun Müslüman olmasıyla daha önce gizli faaliyet gösteren Müslümanlar, faaliyetlerini açığa vurmuşlardır. Efendimiz Aleyhisselâm, Hazret-i Ömer‘in(r.a) Müslümanlığı seçmesi için duâ etmişlerdi.

Hazret-i Ömer(r.a), silâhını kuşanarak açıkça Medîne-i Münevvere’ye hicret etmiş ve Peygamber Efendimizin geleceğini Medîne halkına müjdelemiştir. Birçok savaşta bulunmuş ve büyük yararlıklar göstermiştir.  Adalet ve doğruluk timsâli olduğu için, Hazret-i Peygamber Aleyhisselâm kendisine Ömerü’l-Fâruk lakabını vermişlerdir.

Hilâfet hususunda Hazret-i Ebûbekir’e (r.a) ilk bey’at edendir. Kendisi hicretin 13. yılında halîfe olmuştur. “Emîrü’l-mü’minîn” ünvânı, ilk kez onun için kullanılmıştır. On senelik hilâfeti esnasında İslâm Devleti’nin hudutlarını çok genişletmiştir. Hakkında söylenen söz ve yazılan kitapları özetleyen şu ifade Peygamber Efendimiz’e aittir ve Hazret-i Ömer’in(r.a) faziletini açıkça anlatmaktadır:

“Ömer’den daha hayırlı birisinin üzerine güneş doğmadı. Eğer benden sonra peygamber olsaydı, Ömer olurdu.”

On yıl, altı ay ve yedi gün misli görülmemiş bir hak ve adaletle devlet başkanlığı yaptıktan sonra, hicretin 23. yılında sabah namazına giderken Feyrûz isimli bir köle tarafından bıçakla yaralanmış, yirmi dört saat sonra da vefat etmiştir. Naaşı, Peygamber Efendimiz’in türbesinde ve Hazret-i Ebû Bekir’in (r.a) yanına defnedilmiştir.

5.Hazret-i Osman bin Affân (r.a)

Doğumu          : Mekke-i Mükerreme, milâdî 577.

Vefâtı               : Medîne-i Münevvere, milâdî 656 / hicrî: 35.

Hazret-i Osman (r. a), orta boylu, kaba sakallı, esmer çehreliydi. Sakalını kına ile boyar, dişlerini altın tel ile bağlardı. Yüzü çok güzeldi. İnce derili, sık saçlı, iri kemikli, geniş omuzlu idi. 82 sene yaşadı. Halim selim, büyük takvâ ve hayâ sahibiydi. Cennetle müjdelenmiştir. Künyesi Ebû Abdullah idi.

Hazret-i Osman (r.a), üçüncü halife olup, 12 yıl müddetle hilâfet makamında kalmıştır. Rasûlullah’a (s.a.v) çok bağlı idi. Hazret-i Ebûbekir’in (r.a) yakın arkadaşıydı ve onun dâveti üzerine Müslüman olmuştu. Kendisi, dördüncü Müslümanım, derdi. Resul-i Ekrem Efendimiz, önce Rukıye adlı kızını, onun vefatı üzerine de Ümmü Külsüm’ü Hazret-i Osman(r.a) ile evlendirmiş ve “Şayet üçüncü bir kızım daha olsaydı, onu da Osman’a verirdim“ buyurmuştur.

Sadece Rukıye’den Abdullah adlı bir oğlu olmuş ve hicretin dördüncü yılında, altı yaşında iken vefat etmiştir.

Hazret-i Osman-ı Zi’n-nûreyn, çok cömertti. Kur’ân-ı Kerîm’i çoğaltarak önemli merkezlere gönderdi. Hilâfeti devrinde İslâm Devleti çok genişledi.

Vefatına yakın, yaklaşık 50 gün süreyle isyancılar evini muhasara altında tuttular. Kur’ân-ı Kerîm okurken şehîd edildi. Kanı, Bakara Suresi’nin 137. âyetinin (Onlara karşı Allah sana yeter)  mealindeki kısmının üzerine döküldü.

Rasûlullah’ın iki kızıyla evlendiği için zi’n-nûreyn (iki nur sahibi) lakabı ile anılır. Bakiy Mezarlığı’na, kendisinin ilhâk ettiği kısma geceleyin defnedildi. Cenaze namazını Hazret-i Cübeyr (r.a) kıldırdı.

Müslüman olduğu için Hazret-i Osman(r.a) çok işkence gördü. Amcası onu iple ağaca bağlayıp yoruluncaya kadar kırbaç ile döverdi. O bu işkence karşısında hep kelime-i şehadet getirirdi.

Rume kuyusunu satın alıp insanlara bağışladı. Bedir savaşı hariç bütün savaşlara katıldı. Tebük savaşında on bin kişilik İslâm ordusunun bütün ihtiyaçlarını karşıladı. Ayrıca bin altın da para yardımında bulundu. Bütün malını İslâmiyet için harcadı. Mescid-i Nebevîyi Efendimizin sağlığında 20 metre genişletti.

Vahiy kâtibiydi. Güzel yazar, güzel konuşur, güzel okurdu. Hitabeti çok güçlüydü. Çok kuvvetli bir hafız ve âlimdi.

Hz. Ebûbekir’in(r.a) toplattığı Kur’ân-ı Kerim’den 6 nüsha yazdırıp büyük İslâm merkezlerine göndermiştir. Bunun için kendisine nâşıru’l-Kur’ân (Kur’an’ı yayan) da denilmiştir. Yumuşak kalpli idi. Kabristanı ziyaretinde oturur ağlardı. Öyle ki sakalı ıslanırdı.

Allahu Teâlâ peygamberlere verdiği fazilet ve güzelliklerden bazılarını Hz. Osman’a da vermiştir.

  1. Şehîd olmak: Hz. Zekeriyya (a.s)
  2. Zühd ve hicret: Hz. İsa (a.s)
  3. Cömertlik: Hz. İbrahim (a.s)
  4. İhtiyarlık: Hz. Nuh (a.s)
  5. Hayâ: Hz. Âdem (a.s) ve Hz. Muhammed (s.a.v).

6.Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib (r.a)

Doğumu          : Mekke-i Mükerreme, milâdî 599.

Vefâtı               : Kûfe, milâdî 663 / hicrî 43.

Hazret-i Ali (kerremellahu veche), orta boylu, buğday tenli, iri gözlüydü. Öldüğünde beyaz beyaz, sakalı vardı. Başının tepesi saçsızdı. Büyük karınlı, bilek ve baldırları kalın idi. Güler yüzlü, şanlı ve çok, yiğit bir kişiydi. Lakapları şunlardır: Murtezâ, Haydar, Esedullah, Ebû Tûrâb,  Eh-u Rasulillah  (Rasulullah’ın kardeşi).

Hazret-i Ali(r.a), çok cömert ve âlicenâp idi. Adalet ve merhamet sahibiydi. Kin, haset bilmez, güler yüz ve doğru kalplilikten ayrılmazdı. Şakayı sever, latifeden hoşlanırdı. Gayet cesurdu.    Fesâhat ve belâğati mükemmel, güçlü bir şair ve büyük bir âlim idi. Fakirler gibi giyinir ve yerdi. Eline geçeni fakirlere dağıtırdı. Zühd ve takvâsı pek ziyâde olup, devlet malını lüzumsuz yere harcamaktan çok sakınırdı.

Kureyş kabilesinin Haşimi kolundan olup Hazret-i Peygamber’in amcası Ebu Talib’in oğluydu. Rasûlullah (s.a.v) küçük yaşından beri O’nu yanından hiç ayırmamıştı.

Hazret-i Ali (r.a), Efendimiz Aleyhisselâm’ın pek mübarek kızları Fâtıma Vâlidemizle evlendi. Hem savaşlarda, hem de savaş harici zamanlarda, benzersiz kahramanlıklar göstermiştir. Dünyada cennetle müjdelenen sahabilerdendir. Maneviyatı çok kuvvetliydi. Nakşîbendîlerin dışındaki bütün tarikatlerin silsilesi ondan geçer.

Hicretin kırk birinci yılında Kûfe’de, Ramazan ayının on yedisinde, sabah namazında camiin içerisinde saklanan Melcam oğlu Abdurrahman ve arkadaşı Şebib tarafından kılıçla yaralandı ve iki gün sonra 63 yaşında şehîd olarak vefat eyledi. Yanında bulunan oğulları Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin, Hazret-i Muhammed Hanefî ve yeğeni Abdullah bin Ca‘fer (r.anhüm) tarafından defnedildi.

7.Hazret-i Hasan bin Ali (r.a)

Doğumu          : Medîne-i Münevvere, milâdî 625 / hicrî 3.

Vefâtı               : Medîne-i Münevvere, milâdî 669 / hicrî: 49.

Beyaz ve güzel yüzlü idi. Yüzü ve göğsünden yukarısı, Rasûlullah’a (s.a.v) çok benzerdi. Rıza, sabır ve cömertlik sahibi idi. İki defa her şeyini Allah rızası için dağıttı. Aldığı hediyeye fazlasıyla karşılık verirdi. Lakabı müctebâ, künyesi Ebû Muhammed idi. Hicretin üçüncü senesi, Medîne-i Münevvere’de doğdu. Adını Hazret-i Peygamber (s.a.v) koydu. Yedinci günü akîka kurbanını kestirip başını tıraş ettirdi. Saçlarının ağırlığı kadar gümüş tasadduk ettirdi.

Hazret-i Hasan (r.a), Peygamber Efendimiz’in torunu olması ve O’nun tarafından çok sevilmesi sebebiyle büyük bir mevkie sahipti. Beşinci halîfe idi. Efendimiz, kendisi için: “Hasan, cennet gençlerinin seyyididir.” buyurmuştur. Çoğu zaman Rasûlullah Aleyhisselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’i kucağına ve dizine alır ve şöyle derdi: “Bunlar benim evlâtlarım, kızımın çocuklarıdır. Yâ Rabbi! Ben bunları seviyorum. Sen de bunları sev ve onları seveni de sev.”

Hazret-i Hasan (r.a) sekiz yaşında annesini, otuz yedi yaşında da babasını kaybetti. Babası Hazret-i Ali’nin şehâdetinden sonra, hicretin kırkıncı yılında ve otuz yedi yaşında iken halîfe oldu. Yedi ay kadar hilâfet makamında kaldı. Devrinde halifelik konusunda karışıklık çıktı. Bunun üzerine, Müslümanlar arasında kan dökülmemesi için kendi rızâsiyle hilâfeti Muâviye’ye terketti. Bunu bildirmek üzere minbere çıkıp okuduğu hutbe herkesi ağlattı.

Bu tarihten sonra yedi yıl yaşayan Hazret-i Hasan, hicretin kırk dokuzuncu yılında ve kırk altı yaşında iken Cade tarafından zehirlenerek öldürüldü. Medîne-i Münevvere’deki Bakiy Mezarlığı’na defnedildi.

Hazret-i Hasan(r.a), 25 kere yaya olarak hacca gitmiştir. 15 erkek, 8 kız çocuğu oldu. Onun soyundan gelenlere şerîf denir.

8.Hazret-i Hüseyin bin Ali (r.a)

Doğumu          : Medîne-i Münevvere, milâdî 626 / hicrî 4.

Vefâtı               : Kerbelâ, milâdî 680 / hicrî: 61.

Hazret-i Hüseyin(r.a), Hazret-i Hasan’dan 32 ay sonra dünyaya geldi. Babası Hazret-i Ali, ona Harb ismini koydu. Ancak Cenâb-ı Peygamber Efendimiz, onun adını

değiştirerek Hüseyin koydular. Hazret-i Hüseyin, güzel yüzlü olup, göğsünden aşağısı Rasûlullah’a çok benzerdi. Oldukça cesur, kararlı ve ölümden korkmayan bir kimseydi. Yürürken karanlık gecelerde etrafı aydınlatırdı. Lakabı şehîd idi.

Peygamber Efendimiz’in sevgili torunu olan Hazret-i Hüseyin, onun engin muhabbetine de nâil idi. Rasûlullah’ın hane halkının beşincisi idi. Ağabeyi Hasan’dan otuz iki ay sonra dünyaya gelmiş ve onunla birlikte Cenab-ı Peygamberimizin aşırı muhabbetine mazhar olmuştu. Peygamberimiz, onları dizinin dibinden ayırmazdı. Onlarla ilgili pek çok hadîs-i şerîf nakledilmiştir. Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra yüzü hiç gülmeyen anneleri Hazret-i Fâtıma’nın (r. anhâ) vefat etmesiyle babaları Hazret-i Ali’nin(r.a) uhdesinde kalmışlar ve onun terbiyesi altında büyümüşlerdir.

Hazret-i Peygamber’in âhirete irtihâl ettiği tarihte, Hazret-i Hasan(r.a) 7, Hazret-i Hüseyin(r.a) 6 yaşında idi. Muâviye’nin yerine oğlu Yezîd geçtiğinde, Hazret-i Hüseyin(r.a) 55 yaşındaydı ve Mekke’de bulunuyordu. Yezîd’e bîat etmedi. Kûfe ve diğer birçok yerden, hilâfet makamına kendisinin lâyık olduğuna dair destekler geldi. Ancak bu desteği verenler, daha sonra korkularından desteklerini geri çektiler. Hazret-i Hüseyin(r.a) ise, hakkı olan hilâfeti Müslümanların lehine elde etmek için mücadeleye karar verdi ve 19 kişisi Ehl-i Beytten olmak üzere 72 kişiyle yola çıktı.

Kerbelâ’da, hicretin 61. yılı, Muharrem ayının 10. gününde, Enes’in oğlu Sinan tarafından şehîd edildi. Soyundan gelenlere seyyid denir.

9.SelmÂn-ı Fârisî (r.a)

Doğumu          : İran,                  miladi 407 /  hicretten önce 215

Vefâtı               : Medâyın,  miladi 656 / hicrî: 35.(250 yaşında öldü)

Uzun boylu, buğday renkli, gökçek yüzlü ve seyrek sakallı idi. Giysisi üç parça idi; sarık, baştan aşağıya bir elbise ve iç çamaşırı. İktisatlı, alâkalı ve gayet samimî bir insandı. Efendimiz Aleyhisselâm onun için: “Selman bendendir.” Buyurmuştur.

Künyesi Selmânü’bn-ü İslâm (İslâm oğlu Selmân) idi. İranlı olup, İsfahan yakınlarında Rame Hürmüz kasabasında doğmuştur. Önceleri Mecusi (ateşperest) idi. Daha sonra bir kilisenin yanından geçerken etkilenerek, ateşperestliğe Hıristiyanlığı tercih etti. Mecûsîlerin eziyetlerinden kurtulmak için Şam ve Anadolu taraflarına gitti. Bazı rahiplerle tanıştı ve onlara hizmet etti. Bunlardan birisi (Buhayra olduğu söylenir)  Selmân-ı Fârisî’ye, Hicaz’da bir nebî ortaya çıktığını haber verdi. Bunun üzerine Selmân bir kervana katıldı. Köle olarak satıldı. Satıla satıla nihayet Hazret-i Peygamber tarafından satın alındı. Cenâb-ı Peygamber ile tanışan Selmân derhal Müslüman olunca, Efendimiz onu âzâd buyurdular.

Hz. Selmân (r.a), büyük bir ilim ve kültüre sahipti. Efendimiz onu çok sevdi ve “Selmân bizdendir ve bizim âilemizdendir” buyurdu. 160 yaşında geç olarak Müslüman olmasına rağmen, kısa zamanda yüksek bir derece kazandı. Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurdu:

“Cennet üç kişiyi büyük bir iştiyakla beklemektedir, bunlar Aliyyü’l-Murtezâ, Ammâr bin Yâsir ve Selmân-ı Fârisî’dir.”

Hazret-i Selman’ın(r.a) ilk katıldığı muharebe, Hendek Savaşı’dır. Hendek kazılması fikrini Hazret-i Peygamber’e o verdi. Sonraki bütün muharebelere de katıldı.

Efendimiz onu Selmânü’l-hayr şeklinde çağırırdı. İslamiyet’ten önceki ismi Mabeh idi. Hazret-i Ömer (r. a) zamanında Medâyin Valiliği’ne tayin edildi.

Valilik görevi müddetince bile zühd ve takvâsını devam ettirdi. Bir tek hırkası vardı ve hem döşeği, hem yorganı idi. Şehrin her işiyle meşgul olurdu. Kendisini tanımayanların yüklediği yükleri taşımaktan kaçınma­dığı gibi, onların verdiği ücreti de almazdı. Yük taşırken kendisini fark edip özür dileyenlerin yükünü yine de bırakmaz ve gideceği yere kadar götürürdü. Peygamber Efendimiz’i araya araya bulan ve ilk nübüvvet mührünü öpenlerdendi.

Selmân, sepet örerek geçimini sağlar, kazancının fazlasını fakirlere dağıtırdı. Rasûlullah Efendimiz, Selman ile Ebu’d-Derdâ’yı âhiret kardeşi yapmıştı. Çok yaşlı olarak Bağdat’ın güneyindeki Medâyin kasabasında vefat etti. Lakabı Selmânü’l-hayr, künyesi Ebû Abdullah idi. Silsilede emaneti Hazret-i Ebûbekir Sıddık’dan(r.a) almıştır. Evliyânın serveri olarak anılır.

 

10.Kâsım bin Muhammed bin Ebîbekir es-Sıddîk (r.a)

Doğumu          : Medîne-i Münevvere, miladi650 / hicrî 30.

Vefâtı               : Medîne-i Münevvere, miladi 720 / hicrî 102.

Uzun boylu, esmer tenli, sakalı ve gözleri siyah olup, gözlerinin yaşı durmaz akardı. Sakalı iki taraftan seyrekti. Başı daima eğik dururdu. Alnında, secde alâmeti olarak bir nur vardı. Hazret-i Ebûbekir es-Sıddîk’ın(r.a) torunu idi. Künyesi Ebû Muhammed idi.

Kâsım bin Muhammed bin Ebîbekir es-Sıddîk (r. anhüm), Eshâb-ı Kirâmdan sonra gelen Tâbiînin en ileri gelenlerindendi. Çok kuvvetli İslâm hukuku bilgisine sahipti. Meşhur yedi fakîhten (fukahâ-yı seb’a) birisiydi. Ayrıca teknik ilimlerde de maharet ve bilgi sahibiydi. Takvâ hususunda zamanının bir tanesi idi. Kasım bin Muhammed, silsile-i aliyyenin üçüncüsüdür.

Babasının Mısır’da şehid olması üzerine küçük yaşta yetim kaldı ve halası olan Hazret-i Âişe Vâlidemizin yanında terbiye görerek büyüdü. Birçok sahâbiye yetişti ve onlardan pek çok ilim elde etti. Başta halası Hazret-i Âişe (r.anhâ) olmak üzere Ebû Hureyre, Abdullah bin Abbas, Abdullah bin Ömer ve Muâviye (r.anhüm) gibi ileri gelen sahabeden ilim tahsil etti. Bilhassa tasavvuf ilmin de mütehassıs idi.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), yüksek manevî marifetleri Hazret-i Ebûbekir’in (r.a) kalbine akıttı. O, ruh âleminde mütehassıs oldu. Hazret-i Ebûbekir (r.a)de Cenâb-ı Peygamber Efendimiz’den aldığı büyük feyizleri Selman-ı Fârisî’nin kalbine akıttı. O da kendi sohbetlerine katılan Kasım bin Muhammed’in kalbine bu manevî feyizleri akıttı. Böylece o da büyük bir mütehassıs oldu ve feyzini, silsile-i aliyyenin dördüncüsü olan Câfer-i Sâdık’ın(r.a) kalbine akıttı.

Kâsım bin Muhammed’in bir özelliği de, rivayet ettiği hadîs-i şerîflerin lafzına olduğu kadar mânasına da çok dikkat etmesiydi. Kendisi, Hazret-i Peygamber’in sünnetlerini en iyi bilenlerdendi. İbadetten zevk alma hususunda rivayet ettiği şu hadîs-i şerîf, dikkat çekicidir:

Bir kimse bir kadının güzelliğine bakmak isteyip de ondan gözünü çevirirse Allahu Teâlâ onun kalbine ibadet zevkini sokar ve böylece o, ibadetin tadını alır.

Kendisi de böyle kişilerden olan Kâsım bin Muhammed(r.a), hacca veya umreye giderken 70 yaşında vefat etmiştir.

 

11.Cafer-i Sâdık (r.a)

Doğumu          : Medîne-i Münevvere, miladi 702 / hicrî 83.

Vefâtı               : Medîne-i Münevvere, miladi 765 / hicrî 148.

Güzel yüzlü, tatlı sözlü, başı büyükçe ve cismi nûrlu idi. Beyaz ve kırmızı karışımı bir renkte tatlı bir simaya sahipti. Hazret-i Ali’nin (k.v) torunu olup, ona çok benzerdi. Orta boylu idi. Künyesi Ebû Abdullah’tır.

Cafer-i Sâdık, yedi meşhur fakihten birisidir. Şeriat, tarikat, mârifet ve hakikat mertebeleri içerisinde kemale ermişti. Yüksek zühd ve takvâsı yanında, fennî bilgilere de vâkıftı. Cebir ilmini bulan Câbir, onun talebesidir. İmâm-ı Âzam (r.aleyh), onun yüksek edebî terbiyesi içerisinde yetişmiştir. 65 yıllık ömrünün 34 yılını imamlık yaparak geçirmiştir.

Cafer-i Sâdık, yüksek bir asâlete sahip, güzel yüzlü, tatlı dilli idi. Bedeni sanki nur saçıyordu. Kalbi bütün kötü huylardan arınmıştı. Hazret-i Ebûbekir (r.a) vasıtası ile gelen yolda sessiz zikir yapılmış olup, Hazret-i Ali (r.a) vasıtasıyla gelen yolda sesli zikir yapılmıştır. Bütün tasavvufî yollar, Cafer-i Sâdık’ta birleşir. Cafer-i Sâdık, iki yoldan Rasûlullah’a (s.a.v) bağlıdır. Birisi, babalarının yolu olup, Hazret-i Ali vasıtasıyladır ki bu yola velâyet yolu denir; diğeri ise annesinin babalarının yolu olup Hazret-i Ebûbekir vasıtasıyladır ki bu yola da nübüvvet yolu denir. Cafer-i Sâdık, tasavvufta büyük derece kazanmış olup, fazileti ittifakla kabul edilmiştir. İlminden pek çok kişi istifade ettiği gibi, İmâm-ı Âzam da onun talebeleri arasında yer almıştır.

Cafer-i Sâdık’ın marifet dolu incelikleri bildiren nükte ve latifeleri pek çoktur. Bunlardan bir kaçını aşağıda zikredeceğiz:

  • Beş kişinin sohbetinden sakınınız:
  1. Yalan söyleyenin,
  2. Cimrinin,
  3. Ahmağın,
  4. Kötü kalpli kişinin,
  5. Fâsıkın (alenen günah işlemekten sakınmayan kişinin).
  • Hata işlediğinizde derhal istiğfâr edin. Bir kimse geçim sıkıntısı çekiyorsa istiğfâra devam etmelidir.
  • Allahu Teâlâ dünyaya şöyle emretti: “Ey dünya, bana hizmet edene sen de hizmetçi ol. Senin peşinden koşanı ise sen de yor.”
  • Şerefli bir kimsenin, şu dört şeyi yapması gerekir:
  1. Bulunduğu meclise babası gelirse, derhal ayağa kalkmak.
  2. Misafire alâka gösterip hizmet etmek.
  3. Çok hizmetçisi olsa bile muhtaç olmadığı zaman bineğine, yardım istemeden binmek.
  1. Hocasına hizmet etmek.
  • İyilik şu üç şeyle tamam olur:
  1. İyiliği yapmada acele etmek,
  2. Yaptığı iyiliği gözünde büyütmemek,
  3. İyiliği yaparken mümkün olduğu kadar gizli yapmak.
  • Dört şey vardır ki onların azı da çoktur:
  1. Ateş,
  2. Düşmanlık,
  3. Fakirlik,
  4. Hastalık.
  • Üç şey vardır ki sahibini aziz ve şerefli kılar:
  1. Kendisine zulmedeni affetmek,
  2. Kendisine bir şey vermeyene iyilikte bulunmak,
  3. Kendisini aramayanları arayıp hatırlarını sormak.

Cafer-i Sâdık, silsilede emaneti anne tarafından dedesi olan Hazret-i Kâsım bin Muhammed’den almıştır.

12.Bâyezid-i Bistâmî (k.s)

Doğumu          : İran’ın Bistam kasabası, miladi 754 / hicrî 136.

Vefâtı               : İran’ın Bistam kasabası, miladi 875 / hicrî 261.

Boyu uzun, bedeni zayıf, yüzü beyaz, sakalı ak ve seyrek, gözleri çukurca idi. Hazret-i Ebûbekir’e (r.a) benzerdi. Âriflerin sultanı (sultânü’l-ârifîn), muhabbetlerin serdarı idi. Künyesi, İran’da: Bistam’dan İsa oğlu Tayfur’dur.

Bâyezid-i Bistamî, şeriat ve tarikatta büyük mesafeler kat edip, 113 şeyhe hizmet etmiş ve onlardan önemli dersler almıştır. Hanefî mezhebine mensup büyük bir zat idi. Cafer-i Sâdık’ın vefat ettiği sırada 12 yaşında olup, ondan ve emsâli meşâyihten pek çok istifade etmişti. Cafer-i Sâdık’a ait olarak duyduğu sözler ve irşad tarzları, ruhuna tesir ederek ruhâniyyet-i aliyyelerinden tefeyyüz etmiş, şeriat, tarikat, marifet ve hakikat mertebelerinde tamamen ona tâbi olmuş, o yolun devamına da çalışmıştır.

Bâyezid-i Bistâmî zühd ve takvada çok yüksek mertebedeydi. Biz, ona ait bir kaç menkıbeyi örnek olarak zikretmekle yetineceğiz:

  1. Gece yarısı uykudan uyanan ihtiyar annesi,’’Tayfur oğlum bir bardak su ver’’ dedi. Tayfur hemen su getirmeye koştu, ancak yaşlı kadın su gelinceye kadar tekrar uyudu. Tayfur, annesini uyandırmağa kıyamayarak bardak elinde sabaha kadar onun başucunda bekledi. Sabah namazına uyanan annesi onu görünce, ‘’Oğlum Tayfur o ne?’’ diye sordu. Oğlu da ona ‘’Gece su istemiştin ya’’ dedi. Annesi ‘’Vah yavrum o zamandan beri bekliyor musun, niçin beni uyandırmadın?’’ dedi. Tayfur ‘’Kıyamadım anacığım’’ dedi. Anası ona “Ben razıyım, Allah da razı olsun. Küçük yaşta bu edep ve irfanının semeresini göresin, âriflerin sultanı olasın!” diye dua etti.

2. Bâyezid-i Bistâmî bir gün siyah bir cübbe giyinmiş olarak bir sokaktan geçerken, mahallenin çocukları papaz zannıyla onun yolunu keserek bir daire içerisine aldılar. Her biri el kaldırıp ‘papaz, Müslüman ol’, dedi. Bâyezid-i Bistâmî, itiraz etmeksizin onların teklifini kabul ile ‘peki Müslüman olayım yavrularım’ deyince hep birlikte Kelime-i Şehâdet getirdiler. Çocuklar, ‘papaz Müslüman oldu, papaz Müslüman oldu’ diye

çağrışarak anne babalarına müjde vermeye koştular. Bâyezid-i Bistâmî, bu hâdise karşısında, çocukların küçük yaştaki cihad etme arzularına hayran olarak sevinçle Allah’a şükretti ve çocukların ihlâsı ile hüsnüniyetleri karşısında, kendisinin tecdid-i îmân eylediğini söyledi.

  1. Şu hikmetli sözler de ona aittir:
  • Dilini yalnız Allah zikriyle meşgul et.
  • Nefsini muhasebe et. Edebini koru.
  • İlme yapış. Eşyanın hakikatini ara.
  • Dünyaya kapılma. Gafillerden kaç.
  • Sünnet-i Rasûlullah’ı terk etme. İbadetten ayrılma
  • Merhamet sahibi ol. Ahlâkını güzelleştir ve tamamla.
  • Hakkın dergâhı uludur, rahmeti boldur, O’ndan dilemekten sakınma.

Silsilede beşinci olup emaneti Cafer-i Sâdık’tan mânen devralmıştır. Rehnümâ diye anılır.

13.Ebu’l-Hasan el-Harkanî (k.s)

Doğumu          : İran’ın Harkan kasabası, miladi 963 / hicrî 352

Vefâtı               : İran’ın Harkan kasabası, miladi 1034 / hicrî 425.

Uzun boylu, gökçek yüzlü, geniş alınlı, iri gözlü ve kumral tenli idi. Hazret-i Ömerü’l-Fâruk’a benzerdi, araştırmacı bir kişiliğe sahipti. Kutbu’z-zamân, gavsü’d-devrân idi. Künyesi, İran’da Bistam’a yakın Harkan’da Cafer oğlu Ali’dir.

Ebu’l-Hasan el-Harkanî, Bâyezid-i Bistamî’nin türbesinde on iki sene müddetle hizmet etti. Onu pek çok kez rüyasında görüp menkıbelerinden, sözlerinden istifade etti ve ilmini, irfanını artırdı. Yüce makamlara yükseldi. Bâyezid-i Bistâmî’nin irşadına mazhar oldu.

On iki senelik hizmetinin sonunda Bâyezid-i Bistâmî’nin manevî işaretiyle irşada mezun olarak tarikat neşrine başladı. Harkanî hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’i çok okurdu ve tefsir ederdi. Zahirî ve bâtınî ilimlerde kapılar ardına kadar kendisine açılmıştı. Sabrı, sebatı ve kerâmeti dillere destan oldu.

Ebu Alî-yi Sinâ (İbn-i Sinâ), Ebu’l-Hasan el-Harkanî’yi evine ziyarete gittiğinde, hırçın olan hanımı yersiz sözlerle kendisini karşıladı ve ‘niçin ziyaretine geliyorsunuz?’ diyerek onu azarladı. Fakat Ebu Alî-yi Sinâ, zarafetini hiç bozmaksızın karşılık verdi ve hanımından, Harkanî ‘nin ormanda oluğunu öğrendi. Ormana doğru yürüyen İbn-i Sinâ, onun bir arslana odun yükleyerek evine doğru gelmekte olduğunu gördü. Bu makama nasıl erdiğini sorunca da ondan şu cevabı aldı: “Evdeki kurdun eziyetine katlandığımız için Allahu Teâlâ da dağdaki arslanı bizim emrimize verdi”. Birlikte sohbet ederek eve yürüdüler.

Bir yolcu kafilesi, kendisinin huzuruna gelerek: ‘Bize dua et, yollar çok tehlikeli’ dediler. Harkanî, ‘Beni hatırlayın’ şeklinde cevap verdi. Kafile yola çıktı ve bir müddet sonra eşkiya yolunu kesti. Yolculardan sadece birisi Harkanî hazretlerini hatırladı ve yalnızca o ve malı kurtuldu. Diğerlerinin malları tamamen soyuldu ve gelip durumlarını Harkanî hazretlerine anlattılar. O da kendilerine şöyle söyledi: Kurtarıcı olan Allah’tır. Ben, hatırlayana karşı masum olduğum için Allah Teâlâ benim duamı kabul etti. Siz kendiniz günahkâr olarak dua ettiniz, duanız kabul edilmedi. Mesele bundan ibarettir.

Harkanî hazretlerinin himmeti yüksek, nefesi keskin, şifası mücerrepti. Kendisi her anıldığında himmeti erişir, tesiri görülür büyük bir velî idi. Şu sözleri meşhurdur:

  • Gönüllerin aydınlığı hakka meyilli olmakladır
  • Amellerin güzelliği gösterişten uzak durmakladır.
  • Nimetlerin en güzeli, kendi çalışmanla elde ettiğindir.
  • Arkadaşın hayırlısı, Hak Yolunda becerikli ve başaralı olandır.
  • Kalblerin en nurlusu, içinde Hakk sevgisinden başka bir şey bulunmayandır.

Silsilede emaneti Bâyezid-iBistâmî’den mânen devralmıştır. Zât-ı Pâk diye anılır.

 

14.Ebu Alî FÂrmedî (k.s)

Doğumu          : Fârmed, miladi 1016 / hicrî 407.

Vefâtı               : İran’ın Tus şehri, miladi 1084 / hicrî 477.

Orta boylu, esmer tenli, çatık kaşlı, gözleri ve kirpikleri siyah ve ağzı genişti. Herkesle muhabbeti vardı. Horasan meşâyihinin şeyhi ve zamanının bir tanesi idi. Künyesi Tusî Fârmedî Muhammed oğlu Fadıl’dır.

Ebu Ali Fârmedî, zahirî ve bâtınî ilimlere sahipti. Zahirî ilimleri, Nişabur’da Ebu Said Ebu’l-hayr ile Ebu’l-Kasım Gürganî Tusî hazretlerinden tahsil etmiştir. Batınî ilimleri ise önce Ebul-Kâsım Gürganî, daha sonra Ebu’l-Hasan el-Harkanî hazretlerinden elde etmiş ve büyük feyizler kazanmıştır.

Gençliğinden itibaren hizmet ehli olup, gittikçe aşk ve şevki arttığından, hocalarının müsaadesi ile başka üstadlardan da ilim ve feyiz almış ve böylece ilmi seviyesi çok yükselmiştir. Kendisi, İmam-ı Gazalî ile Yusuf Hamedanî’nin hocalığını yapmıştır. Tasavvufa girişini şöyle anlatır:

İlk gençlik yıllarımda Nişabur’da ilim tahsil ediyordum. Ebu Said Ebu’l-hayr hazretleri dersimize teşrif etmişti. Hallerindeki fazilete ve yüzlerindeki güzelliğe âşık oldum. Böylece evliyânın sevgisi kalbime yerleşti. Bir gün evine gittim. Gizlice bir köşeye oturdum ve kendisine görünmedim. O sırada kendisinden geçmiş, manevi bir hal içerisindeydi. Üzerinde bulunan elbiseleri bir kaç parçaya ayırdı. Bu parçaları bereketinden istifade için talebeleri topladılar. Fârmedî hazretleri, beni hiç görmediği halde, ‘ey Ebu Alî-yi Tusî!’ diye üç kez adımı çağırarak yanına gitmemi istedi ve ben saklandığım yerden kalkarak yanına gittim. O da sakladığı son parçayı bana verdi. Bu hareketiyle beni sevindirdiği gibi kalbimde öyle bir nur parladı ve ferahlık geldi ki bunu anlatamam. Bu hal, günden güne artarak devam etti. Hocam Ebu’l-Kâsım el-Kuşeyrî’nin huzuruna vardığımda, bu durumumu kendisine anlattım. O da bunun hayırlı bir şey olduğunu belirtti. Bundan sonra üç yıl daha ilim tahsilinde bulundum. Ardından tasavvufa yöneldim.

Ebu Alî-yi Tusî’nin asıl adı Fadıl olup, silsilede emaneti Ebu’l-Hasan el-Harkanî’den almıştır. Mahzen-i Nûr-ı Hidâyet diye anılır.

15.Yusuf el-Hemedânî (k.s)

Doğumu          : İran’ın Hemedân şehri, miladi 1048 /  hicrî 440.

Vefâtı               : Afganistan’ın Herat şehri, miladi 1141 /  hicrî 535.

Zayıf, kısa boylu, buğday benizli idi. Sakalında çok az beyaz vardı. Zühd ve takvada İmam-ı Âzam gibi idi. Teveccüh anında mükevvenâtı feyz-i İlâhî ile doldururdu. Sözü ve özü mükemmel evliyâullahtandı. Künyesi Ebu Yakub Yusuf bin Eyyüb el-Hemedânî’dir.

Yusuf el-Hemedânî, on sekiz yaşında Bağdat’a giderek Ebu İshak’tan fıkıh, tefsir ve hadis ilimleri okumuştur. Hanefî mezhebinde Ebu Alî-yi Fârmedî’nin tarikatine girdi. Birçok meşâyihin sohbetine devam etti. Bilhassa Abdülkadir-i Gaylânî hazretlerinin sohbetinden istifadeyle büyük feyizler elde etti. Ardından kendisi feyiz yaymaya başladı. İsfahan’a döndükten bir müddet sonra ilim ve irşadını ilerleterek tekrar Fârmedî hazretlerinin yanına geldi. Seyr-i sülûkünü tamamlayarak velilerin büyüklerinden oldu.

Himmeti kuvvetli idi. Allahu Teâlâ’nın izniyle rüyada dahi irşadda bulunur, bulunduğu yeri feyizle doldururdu. “Aşk bizim yolumuzdur.” buyururdu.

Yusuf el-Hemedânî hazretlerinden istifade ederek büyük feyiz alan şu dört büyük zat, dört büyük tarikatin üstadı olmuşlardır:

Hâce Ubeydullah Berkî

Hâce Hasan Antakî

Hâce Ahmed Yesevî

Hâce Abdülhâlık Gücdüvanî.

Yusuf el-Hemedânî, çok cömertti. Eline geçen her şeyi, muhtaçlara dağıtırdı. Kendisi kimseden bir şey istemezdi. Herkese iltifatta bulunurdu. Yumuşak huylu ve merhametliydi. Yolda yürürken bile Kur’ân-ı Kerîm okumakla meşgul olurdu. Çok ağlardı. Selmân-ı Farisî’nin (r.a) âsâsı ile sarığı onda idi. Her ayın ilk günlerinde Semerkand âlimlerini çağırır ve onlarla sohbet ederdi. Dinî bilgi vermeye devam eder, hastalara ilâç hazırlardı. Kendisi, maddî ve manevî hastalıkları tedavi eden büyük bir hekimdi.

Hemedanî hazretleri, herkese Hazret-i Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) yolundan gitmelerini tavsiye ederdi. Büyük bir takva sahibiydi. Dünya malına kıymet vermezdi. Odasında hasır keçe, ibrik, iki yastık ve bir tencereden başka bir şey yoktu. Kerametleri sayılamayacak kadar çoktur.

Silsilede emaneti Ebu Alî-yi Fârmedî’den almıştır. Tarikat Çarkının Mihveri diye anılır.

16.Hâce Abdülhâlîk GücdüvÂnî (k.s)

Doğumu          : Buhara-Gücdüvan, miladi 1121 / hicrî 515.

Vefâtı               : Buhara-Gücdüvan, miladi 1199 / hicrî 595.

Boyu uzun, başı büyükçe, rengi beyaz, yüzü güzeldi. Kaşları çatık, göğsü ve omuzları genişçeydi. Hocası Hızır Aleyhisselâm’dır. Anne ve babası, Malatya’dan Buhara’ya hicret etmişlerdir. Hâcegân sistemini ilk başlatandır. Künyesi, İmam-ı Mâlik neslinden olan Abdülcemil oğlu Abdülhâlık’tır.

Hızır Aleyhisselâm, babasına: “Senin salih bir oğlun olacak, ismini Abdülhâlîk koy.” dedi ve o da öyle yaptı. Abdülhâlîk henüz ana rahminde iken babası Abdülcemil akrabalarıyla birlikte Malatya’dan Buhara’ya göç etti ve oraya yerleşti.

Abdülhâlîk beş yaşında iken Buhara’nın mühim âlimlerinden üstad Sadreddîn’den Kur’ân-ı Kerîm, Cehrî ve hafî zikirleri ise Hızır Aleyhisselâm’dan öğrendi. Böylece ledün ilminde büyük mesafe aldı. Abdülhâlîk hazretlerine bir derviş sordu: Nefsin istediğini mi yapayım, yoksa istemediğini mi?

Hazret şöyle cevap verdi: Bunu tayinde insan aklı yanılabilir. Hakkın emrettiği yapılır, nehyettiği yapılmaz. Kulluk da budur, dervişlik de budur.

Derviş: Sâlikin yoluna şeytan karışır mı?

Abdülhâlîk hazretleri: Nefsini mağlup edemeyen dervişe şeytan karışır, işini allak bullak eder. Nefsine tamamen hâkim olan sâlikte ise öfke bulunmaz, gayretli olan dervişe şeytan yaklaşamaz, dedi.

Abdülhâlîk hazretlerine birisi gelerek: Bizim için dua et de Allahu Teâlâ lütfetsin, dedi. Abdülhâlîk hazretleri de: Kişi farz olan borçlarını hâlisâne edâ ettikten sonra dua ederse ve hayırlı işlerde bulunursa onun duası kabul olunur. Birbirimize dua edersek, ikimiz için de iyi olur, buyurdu.

Gücdüvânî hazretleri, Hızır Aleyhisselâm’dan aldığı ilim ve feyizle tarikat-ı aliyyede hüccet, düstûr ve usul vaz’etmiştir. Seyr-i sülûke girenlerin bunları yapması gerekir. Bu düstûr ve usuller şunlardır:

  1. Her alınan ve verilen nefeste uyanıklık,
  2. Gözün ayakucuna bakması ve fuzulî işlerden kaçınmak,
  3. Her adımda Hakka doğru yürümek,
  4. Halk içinde Hakk Teâlâ ile yalnız kalmak,
  5. Nefesini tutarak kalb ile dilin tevhîd zikrini birleştirmek,
  6. Maksadın Allah Teâlâ’nın rızası olduğunu bilmek,
  7. Kalbi vesveselerden korumak,
  8. Her an Allahu Teâlâ ile birlikte olmak,
  9. Zamanı muhakkak surette değerlendirmek,
  10. Zikirde belirtilen sayıya uymak,
  11. Kalbi Allah Teâlâ ‘nın zikri, fikri ve emri ile meşgul etmek.

Abdülhâlîk hazretleri şeriat, tarikat, mârifet ve hakikat ehli idi. Sözleri hüccet (sened) hükmündeydi. Büyük zatlar yetiştirmiştir. Hâce Ahmed Sıddık, Hâce Evliyâ-yı Kebîr, Hâce Ârifî Rivegeri, onun yetiştirdiği seçkin zatlardandır.

Silsilede emaneti Yusuf el-Hemedanî’den almıştır. Kân-ı Feyz olarak anılır.

 

17.Hâce Ârif-i RÎvegerî (k.s)

Doğumu          : Rivgir, miladi 1165 / hicrî 560.

Vefâtı               : Rivgir, miladi 1262 / hicrî 660.

Orta boylu, nur yüzlü, iri gözlü, kaşları ince ve hilâl gibiydi. Yüz rengi, beyaz-kırmızı karışımı ve çiçek rengi idi. Vücudundan çok güzel bir koku yayılırdı. Türk velilerinin en takvâ sahibi olanı idi. İlim, hilim, zühd, takvâ, riyâzet ve ibadet ehli idi. 100 yıl yaşamıştır. Künyesi, Buhâra Rivgir’den bir Türkoğlu Ârif’tir.

Rîvegerî, Buhâra’ya takriben elli kilometre mesafede olan Rivgir kasabasında doğmuştur. Burası, Gücdüvan’a sekiz kilometre uzaklıktadır.

Abdülhâlik Gücdüvânî’nin uzun müddet hizmetlerinde bulunmuş, ondan büyük feyizler almış ve en büyük halifelerinden olmuştur. Seyr-i sülûk için onun koyduğu esasları harfiyyen tatbik eden Rîvegerî, feyzini artırmış ve tekâmül etmiştir. Sünnetlere büyük bir titizlikle uyardı. Gücdüvânî’nin vefatından sonra aynı neşveyi büyük bir ihlâs ve gayretle devam ettirmiştir. Kendisinden dört nesil sonra gelen Muhammed Bahâüddin Nakşibendî, onların koyduğu seyr-i sülûk esaslarıyla dünyaya feyizler yaymıştır.

Cehrî zikir yapılmasını, son anlarında baş halifesi Muhammed Fağnevî’ye talim buyurmuştur. Bu açıktan zikir yapma; zamanının gereği olup, gafil olan insanları intibâha getirme ve alenî zikrin zevkini tattırma maksadından dolayıdır. Nitekim döneminde böyle faydalar sağlamış ve etrafına feyiz dağıtmıştır.

Rîvegerî Hazretlerinin Abdülhâlik Gücdüvânî ile tanışması şöyle olmuştur:

Bir gün çarşıda Gücdüvânî’ye rast gelen Rivegerî, şeyhin erzak yüklenip evine götürdüğünü görünce edeple yanına yaklaşarak erzakını taşımak için müsaade istedi. Şeyhin izin vermesi üzerine beraberce evine gittiler ve Rîvegerî yemeğe dâvet edildi. Yemeğin ardından evden ayrılan Rîvegerî, kendisinde bir değişme ve manevî bir lezzet hissetmeğe başladı. Gücdüvânî’ye karşı içinde bir muhabbet belirdi.

Bu şekilde başlayan manevî muhabbet ve bağlılık neticesinde kendisine, batıni ilimler ve evliyalık yolu açıldı.  Artık Rîvegerî bu âlem ile meşgul olmağa başladı. Ancak medresede ders okuduğu hocası kendisini terkettiği için her gördüğü yerde onu aşağılamağa ve azarlamağa başladı. Rîvegerî ise bu sözlere tahammül ile sabretmeğe devam etti. Bir gece bu hocası kendisine ve bir Müslümana yakışmayacak bir günah işledi. Ertesi gün Rîvegerî’yi gördüğünde yine ona hakaret etti. Bunun üzerine o da hocasına şunu söyledi:

“Hocam niçin hep benim gibi bir garip ile uğraşıyorsun. Sen dün gece kendine yakışmayacak büyük bir günah işlemedin mi? Kendi hatanızla meşgul olmak yerine beni doğru yoldan niçin ayırmak istiyorsunuz?”

Bu sözleri talebesinden işiten eski hocası çok utandı ve işlediği günaha tevbe ederek doğruca Rîvegerî’nin hocası Gücdüvânî’ye gitti ve ona talebe oldu.

Rîvegerî, hicrî 660’ta Rivgir kasabasında vefat etmiş ve kabri burada ziyaretgâh edinilmiştir. Silsilede emaneti Hâce Abdülhâlik Gücdüvânî’den almıştır. Pîşürevâ-yi Ârifân adıyla anılır

18.Hâce Mahmud Fağnevî (k.s)

Doğumu          : Buhara-Fağnev, hicrî ?

Vefâtı               : Buhara-Fağnev, miladi 1317 / hicrî 717.

Orta boylu, beyaz ve güzel yüzlü, mütenasip burunlu, geniş ağızlı ve seyrek sakallı idi. Beyaz sarık giyerdi. Kerametleri sayılamayacak kadar çoktu. Cehri zikir yapardı. Künyesi: Buhara civarında bulunan Fağnev’e izafeten Fağnevî Hâce Mahmud İncir’dir.

Buhara’ya takriben on iki kilometre mesafede buluna Fağnev kasabasında doğdu. Ticaret ve dülgerlikle meşgul olurdu. Helal kazanç sağlamaya çok önem verdi. Arifî Rîvegeri’nin tarikat ve hakikatte sırdaşı idi.

Gizli zikri fert için, açık zikri cemaat için uygun bulurdu.

Maddî ve manevî ilimlerde zamanının en büyük âlimlerinden biri oldu. İnsanları irşad etmek ve onlara saadet yolunu göstermek için Hocası Arifî Rîvegeri’den aldığı icazet ile birçok insanın dalâletten hidayete erip doğru yolu bulmasına ve hak yolunda büyük bir zevk ile yürümesine vesile olmuştur.

Mevlânâ Hafızüddîn, Buhara’da devrin en büyük imam ve âlimlerinin huzurunda şöyle bir soru sordu: Siz hangi niyetle cehrî zikirle meşgul oluyorsunuz?

Mahmud Fağnevî buna cevaben şöyle dedi: Uyuyanları uyandırmak, gafillere işittirmek ve insanları dinin ana caddesi ve doğru yolu üzerinde yürütmek, hakikate teşvik etmek, böylece insanları bütün iyiliklerin anahtarı, her saadetin esası olan tevbeye yöneltmek için.

Mevlânâ Hafizüddîn: Niyetiniz böyle dürüst olunca, cehrî zikir yapmanız helâl olur, dedi.

Bunun üzerine Mahmudî İnciri Fağnevî şöyle buyurdu: Sesli zikri ancak, dili yalandan, gıybetten, boğazı ve midesi haram ve şüpheden temiz, kalbi riyadan ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka bir şeye teveccühden münezzeh olan yapabilir.

Silsilede emaneti Hace arif-i Rîvegeri’den almıştır. Gıbta Ferma-yı Süreyya diye anılır.

 

19.Hâce Ali RÂmitenî (k.s)

Doğumu          : Ramiten, miladi 1194 / hicrî 591.

Vefâtı               : Havarizem, miladi 1321 / hicrî 721.

Boyu uygun, şahsı çok güzel, bütün âzâları mütenasipti. Zengin değildi. Mesleği dokumacılıktı. Halka ülfet ve alâka gösterirdi. Makamı yüksek, büyük kerametlere sahipti. Büyük şeyhlerden biriydi. Künyesi: Buhara’ya takriben altı kilometre mesafede bulunan kasabaya izafeten Râmitenî Hacı Azizan Ali’dir. Hâce Fağnevî’nin hizmetine girip onun halifelerinin büyüklerinden oldu. Rızkını helal yoldan temin için kumaş dokumacılığıyla meşgul oluyordu.

Zamanının meşhur şeyhlerinden Bedreddin Hamedanî, Hâce Ali Râmitenî’ye sormuş: “vezkürullâhe zikran kesîrân âyet-i celîlesinde emir olunduğumuz zikir, zikr-i cehrî midir, zikr-i hafi midir”?

Hâce hazretleri şu cevabı verdi: Mübtedîye (ilk başlayana) göre cehrî (açık), müntehîye (derecesi ilerlemiş kişiye) göre hafî (gizli)dir. Cehrî zikire deliliniz nedir, sorusuna ise şu cevabı verdi: “Son nefesinizde birbirinize kelime-i tevhîdi telkin ediniz” hadis-i şerîfidir. Bu telkin tabii ki cehrî olacaktır ve derviş her nefesini son nefes bilecektir.

Biri oğlu olmak üzere, Muhammed isimli ve kemal ehli beş halife yetiştirmiştir. Meşhur sözlerinden bazıları şunlardır:

  • Hizmeti minnet bil, minneti hizmet bilme.
  • Kul Hakka âşık olursa, Hızır da kula âşık olur (imdada gelir).
  • İnsan daima hayır işlemeli, ancak işlemedim saymalı.
  • Dilin daima zikirle meşgul olması zikr-i kesîrdir, nazar-ı rahmettir.
  • Hafî zikir erbabı meşhur oldu ise, cehrî zikir yapıyor demektir.
  • İki yerde dikkatli olunuz; yemek yerken, söz söylerken.
  • Kendine hiç günah işlememiş bir dille dua ettir, reddedilmez. Dostun dosta duası böyledir.
  • Tâlipler için ermek, bir Hakk dostunun gönlüne girmektir. En kısa yol budur.

Silsilede emaneti Hâce Mahmud Fağnevî’den almıştır. Mürg-ı Hakîkat Şehberi diye anılır.

20.Hâce BÂb Muhammed Semmâsî (k.s)

Doğumu          : Semmas, hicrî ?

Vefâtı               : Semmas, miladi1354 /  hicrî 755.

Orta boylu, güzel yüzlü, esmer tenliydi. Nurlara mazhar olduğu yüzünden belliydi. Etkili bir bakışa, keskin bir görüşe, derin bir hisse malikti. Künyesi, Buhara’ya sekiz kilometre mesafede bulunan Semmas’a izafeten Hace Bâbâ Muhammed’dir.

Ömrü boyunca Ramiteni’nin hizmetinde bulunmuş, bulunduğu muhitlerine ve çevresindeki insanlara büyük feyizler sağlamıştır. Büyük halifelerdendir. Bahçesinin bakımını kendisi yapar, ağaçlarını budardı. Bazen öyle bir hâl içerisinde bulunurdu ki bıçak elinden düşerdi. Müridlerini çoklukla kendisi bulurdu. Emir Külâl, pehlivanlar meydanında güreşirken ona nazar ederek kendisine yönelmesini sağlamıştır. Böylece kisbetini çıkaran Emir Külâl, Hâce Bâbâ Muhammed Semmâsî’nin hizmetine girmiştir. Bu zat, daha sonra Bahâuddin Nakşibendî’nin yetişmesine vesile olmuştur.

O’nun Nakşibendî Hazretlerini buluşu şöyle olmuştur. Semmâsî Hazretleri, müridleriyle birlikte Bahâuddin Nakşibendî’nin ebeveyninin evi civarından geçerken: “Bu topraklardan, tarikata önder olacak bir irfan sahibinin kokusu geliyor” buyurmuştur. Daha sonra yine bir gün oradan geçerlerken, şöyle demiştir: “Size daha önce bahsettiğim irfan sahibinin kokusu ziyadeleşti. Galiba o ârif kişi doğmuş olmalı” Onun bu sözleri söylemesinin ardından müridler eve doğru yönelince, şeyhin kendilerine doğru geldiğini gören hanımlar, nefesinden istifade etmek için Şeyh efendiye çocuğu getirdiler. Üç günlük kundak içerisindeki çocuğu gören Semmâsî Hazretleri: “Bu bizimdir, onu oğulluğa kabul eyledik, aylar öncesinden kokusunu aldığımız ve ileride bizim tarikatımızın önderi olacak zat budur. Bu ev, ârifler köşkü olacak. Ya Emir Külâl, bu kundak içindeki Bahaeddin Nakşibendî’yi sana havale ediyorum. Zahirî ve batınî terbiyesi senin üzerindedir. Sakın bu hususta bir kusur işlemeyesin” dedi. Emir Külâl, bu sözlerin ardından Semmâsî Hazretlerine, emirlerini yerine getireceğine vadetmiştir.

Hâce Bâbâ Muhammed Semmâsî, dört büyük halife yetiştirmiştir:

  1. Hâce Safî Suharî,
  2. Hâce Mahmud Semmâsî (oğlu),
  3. Hâce Dânişmend,
  4. Seyyid Emir Külâl.

Kalbi, faydasız, vesveseden, kötü ve lüzumsuz şeylerden temizlemek lâzımdır. Sözü önemli sözlerindendir.

Silsilede emaneti Ali Râmitenî’den almıştır. Şems-i Hakk diye anılır.

 

21.Seyyid Emir Külâl (k.s)

Doğumu          : Suhara, hicrî ?.

Vefâtı               : Suhara, miladi 1370 / hicrî 772.

Uzun boylu, esmer yüzlü, göğsü geniş, kolları uzun, kaşları çatık idi. Sakalında çok az beyaz vardı. Mütenasip vücudlu bir pehlivandı. Çok mütevâzıydı. İtiraz, inat nedir bilmezdi. Hazret-i Peygamber Aleyhisselâm’ın sülâlesindendi. Künyesi, Suharalı Seyyid Emir Külâl’dir.

Annesi anlatıyor: Karnımda iken şüpheli bir şey yediğim zaman karnım ağrır, istifra eder ve rahatlardım. Bu durum bir kaç kez tekrarlanınca, artık şüpheli şey yememeğe dikkat ettim ve bir daha karnım ağrımadı.

Seyyid Emir Külâl’in san’atı çömlekçilikti. Güreşle de meşgul olmuştur. Onu tanıyan ve sevenlerden birisi, güreşini seyrederken; seyyidlik şerefine güreş yapmak hiç yakışmıyor diye düşündü ve hemen oracıkta uykuya dalıverdi.

Rüyasında, kıyamet kopmuş ve kendisi göğsüne kadar çamura batmış bir vaziyetteydi. Oradan çıkmak için gücü kâfi gelmediğinden debelenip duruyordu. Tam bu sırada Emir Külâl gelip onu kolundan tuttu ve battığı çamurdan çıkarıp kurtardı.

Adam uykudan uyanıp etrafına baktığında güreş bitmiş ve Emir Külâl kendisine doğru yürümekteydi. Kendisine yaklaşınca, adamın gördüğü rüyayı kastederek şöyle buyurdu: Rüyada gördüğün şey için pehlivanlık yapıyorum. Seni ve senin gibileri Allah’ın izniyle bataklıktan çekip kurtaracağım. Bunun üzerine, kendisini kınayan o kişi pişman olarak Seyyid Emir Külâl’in ellerine sarıldı ve nefsini onun terbiyesine teslim etti.

Bir gün Emir Külâl, rakibine karşı üstün bir şekilde güreşirken Baba Semmâsî oradan geçiyordu. Durup güreşini seyretti. Yanında bulunanlar bunu içlerinden yadırgadılar. Ancak keşfi açık olan Semmâsî Hazretleri, bu durumu anlayarak müridlerine şöyle söyledi: Bu meydanlarda bir merd kişi vardır ki, ileride pek çok kimse onun sohbetinin bereketiyle kemâle erecektir. İsterim ki bize mürid olsun da onun talim ve terbiyesine hizmet etmek bana nasip olsun.

İşte tam bu sırada güreşe devam etmekte olan Emir Külâl’in gözleri Bâbâ Semmâsî’nin gözleriyle karşılaştı. Onun bakışındaki derinlikten etkilenen Emir Külâl, derhal güreşi bırakıp ve gelip Semmâsî Hazretlerinin ellerine sarıldı. Böylece Emir Külâl’in kemale ermesine hizmet etmek Semmâsî Hazretlerine nasip olur ve teveccühlerini ondan esirgemez.

Seyyid Emir Külâl Hazretleri, Hazret-i Ali (k.v)nin sülâlesinden olup, seyyidlik ile beraber şeriat, tarikat, marifet ve hakikat derecelerine de sahipti.

Silsilede emaneti Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsi’den almıştır. Hace Seyyid Emir Külal diye anılır.

22.MUHAMMED BAHÂUDDİN NAKŞİBEND (k.s)

Doğumu          : Buhara, Kasr-ı Arifan, miladi 1318 / hicri 718

Vefâtı               : Buhara, Kasr-ı Arifan, miladi 1389 / hicri 791

Uzun boylu, buğday tenli ve uzun sakallıydı. Boynu nur gibi parlardı. Herkesi istikamete zorlar, cümlenin irşadını kollardı. Zahiren halk ile batınen hak ile idi.

Künyesi, Buhara civarında Kasr-ı Arifan’dan Hace Muhammed Bahâuddin Şah-ı Nakşibend’dir.

Buhara’ya on iki km. mesafede Kasr-ı Arifan’da doğdu. Anne ve babası Hz.Fâtıma’nın (r.a) sülalesindendir. Daha küçük yaşta iken büyük manevi işaretleri görülmüştü. Yaşı ile mütenasip olmayan idrak, dirayet, sünnete bağlılık, keramet ve hidayet nurunun kendisinde görüldüğü söylenebilir.

Manada Abdülhâlik Gücdüvâni’den feyiz almış ve seyr-i sülûkte ne varsa toplamıştır. Gücdüvâni ona şu talimatı vermiştir:

“Oğlum Bahâuddin, büyük bir yeteneğe sahipsin. Allah’ı zikirden bir an ayrılma. Gizli zikri tercih et. Yaratılana iyi niyetle hizmet et, onunla Hakk’a giden yol bulunur. Her zaman ve her yerde ayağını şeriat esasları üzerine bas. Emir ve nehiyde istikamet üzere ol. Sünnetlere tabi olup bidatlerden sakın.”

“Seyr-i sülûkü Hızır (a.s) dan dan aldığım gibi sana bildiriyorum. Göğsümde ne varsa sana aktardım. Yeteneğin daha geniştir, var ulu kişi ol. Allah Teâlâ yardımcın olsun.”

Bundan sonra Mevlana Arif hazretlerine yedi, Hâce Halil Ata’ya da on iki sene hizmette bulundu, pek çok sırra vakıf oldu.

Dört kutup şunlardır:

1.Abdülkadir Geylâni,

2.Muhammed Bahâuddin Nakşibend,

3.Seyyid Ahmed er-Rıfai,

4.Seyyid Ahmed Bedevi.

Bahâuddin Nakşibendî gizli zikri tercih ettiklerinden bir şahıs kendisine “sizin çalışmalarınızda ben bir şey göremiyorum, ne yaparsınız” diye sordu. Nakşibend ”zahirimiz halk ile batınımız hak iledir” buyurdular.

Şu söz onundur:

“İçten gerçek bir dost ol, hariçten yabancı dur.

Bütün cihanda bundan güzel bir yol mu olur.”

Nakşibend devamlı hayır düşünür, her adımda irşadda bulunurdu. Yıllarca sokakların temizliğiyle uğraşmış, hayvanların yemlerine bakmış, yaralarını tedavi etmiş ve kendini bu gibi işlere adamıştır.

Devamlı insanlarla sohbet eder, ilim, ahlak ve terbiye hususlarında tavsiyelerde bulunurdu. Allah’ın resulü ve arkadaşlarının yolu buydu. ”Tarîkımız sohbetlerdir”  buyururdu. Yorulmak nedir bilmez, zikri dilinden düşürmezdi.

Silsilede emaneti zahiren Seyyid Emir Külal’den, batınen Hace Abdülhâlîk Gücdüvâni’den almıştır.

Varis-i taht-ı tarîkat şah-ı âlem Nakşibend pirimiz Seyyid Bahauddin Nakşibend diye anılır.

23.Seyyid Abdülkâdir Geylânî (k.s)

Doğumu          : Geylân- İran, miladi 1077 / hicri 470.

Vefâtı               : Bağdat- Irak, miladi 1166 / hicri.

Orta boylu, nahiv vücutlu, geniş göğüslü, gür sakallı ve buğday tenliydi. Gayet heybetli bir simaya sahip vakarlı bir insandı. Maddi ve manevi ilimlerle mücehhez bir şahsiyetti.

Büyük İslâm âlimlerinden ve evliyânın en meşhurlarındandır. Künyesi Ebû Muhammed’dir. Muhyiddin, Gavsu’l-a‘zam, Kutb-ı Rabbanî, Sultanü’l-evliyâ, Kutb-ı A‘zam, Bazu’l-eşheb gibi lakapları vardır.

Milâdî 1166 senesinde ve 91 yaşında iken Bağdat’ta vefat etti. İsmiyle anılan büyük bir cami yaptırılmıştır. Caminin hemen yanında muhteşem türbesi bulunmaktadır.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri henüz doğmadan Bağdat’taki âlim ve veliler onun doğacağını müjdelemişlerdir. Resûlullah (s.a.v) da rüyasında, babasına: “Allahu Teâlâ sana benim soyumdan bir erkek evlât ihsan etti. Onun şanı başkalarından çok yüksek olacaktır.” diyerek müjdelemiştir. Annesi, oğlunun Ramazan-ı Şerif ayında doğduğunu ve gündüzleri hiç süt içmeyişinden onun oruca hürmet ettiğini anladığını söylemiştir.

Abdülkâdir Geylânî, doğduğu yerde tahsiline başlamış ve küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiştir. Sonra Bağdat’a gitmiş ve bu seyahatini şöyle anlatmıştır:

“Küçüktüm. Kurban bayramı arifesi günü tarlada çift sürüyordum. Öküzün kuyruğundan tutup giderken hayvan dile gelerek dönüp bana şöyle dedi: ‘Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir olunmadın.’ Bunu duyunca korktum ve hemen eve döndüm. Evimizin damına çıktım, gözüme Arafat’ta vakfeye duran hacılar gözüktü. Bunları olduğu gibi anneme anlattım ve ona: ‘Beni Allahu Teâlâ’nın yoluna ilet. Bana izin ver, Bağdat’ta büyük âlimler ve zâtlardan ders alayım.’ dedim. Annem bu sözlerimin sebebini sorunca da ona gördüklerimi anlattım. Bunun üzerine annem ağladı ve babamdan kalan seksen altının yarısını kardeşime verip kalan yarısını da elbisemin koltuk altına diktiği cebe yerleştirdi. Bundan sonra gitmeme izin verirken de şunları söyledi: ‘Her ne olursa olsun aslâ doğruluktan ayrılmayacağına söz ver.’ Ben de anneme istediği sözü verdim. Annem: ‘Haydi Cenâb-ı Allah sana selâmet versin. O’nun rızası için senden ayrılıyorum ve Kıyamete kadar bir daha yüzünü göremeyeceğim.’ dedi.

Küçük bir kafile ile Bağdat’tan Hemedan isimli yeri geçince altmış atlı eşkıya yolumuzu keserek kafilemizi bastılar ve kervanımızı soydular. İçlerinden birisi benim

yanıma gelerek bana üzerimde bir şey olup olmadığını sordu. Ben de anneme verdiğim sözü hatırlayarak, koltuğumun altında kırk altının bulunduğunu söyledim. Adam bu sözlerime inanmayarak gitti. Arkasından başka birisi gelerek yine üzerimde ne olduğunu sordu. Ben yine aynı cevabı verdim. Ancak o da sözlerime inanmayıp alay ettiğimi zannederek gitti. Soygun tamamlandıktan sonra bu iki kişi durumu reislerine anlattılar. Eşkıya reisi beni çağırdı ve o da neyimin olduğunu bana sordu. Ben de tekrar aynı cevabı verince, sözümün doğru olup olmadığını anlamak için adamlarına emrederek ceketimi üzerimden çıkarttı ve koltuk altını söktüler. Altınlar annemin diktiği gizli cebin içerisinden çıkınca hepsinin ağzı hayretten açık kaldı. Reisleri bana dönerek: ‘Sen nasıl korkmadan bu şekilde doğruyu söyledin?’ diye sordu. Bunun üzerine ben ona şu cevabı verdim:

‘Evden ayrılırken anneme, her türlü şartlar altında daima doğruyu söyleyeceğime dair söz verdim. Başka bir şekilde hareket ederek anneme verdiğim söze ihanet edemezdim.’ Bu cevabımı duyan eşkıya reisi ağlamağa başladı ve ağzından şu sözler döküldü:

‘Biz senelerden beri Allahu Teâlâ’ya verdiğimiz sözden dönerek O’na ve sözümüze ihanet etmekteyiz. Artık tevbe ediyor ve gittiğim bu yolu terk ediyorum.’ Onun bu içten tevbesinin tesiriyle yanındaki altmış eşkiya da yaptıklarına pişmanlık duydular ve hepsi birden tevbe ederek reislerinin tevbesine uydular. Bunun ardından kervandan gasbettikleri bütün malı mülkü sahiplerine iade ettiler.”

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri otuz üç sene ders verdi. Sohbetlerini âlimler, salihler ve halk çok benimsediği için daima kalabalık olurdu. Konuşmalarını dört yüz kişi yazardı. On üç çeşit ilim ve fen konusunda ders verirdi. Altı yüz elli talebesi vardı ve onlara ders vermekten bir gün bile geri kalmazdı. Kendisi kırk üç adet kitap yazmış, hayatı ve menkıbeleri hakkında yirmi bir kitap yazılmıştır.

Abdülkâdir Geylânî’nin sohbetlerinden bazı mühim sözler:

  • Ey cemaat! Salih kimseler gibi siz de Allahu Teâlâ’nın yolunda olun. Eğer böyle yaparsanız Hakk Teâlâ onlara yardım ettiği gibi size de yardım eder.
  • Evlâdım, önce kendine sonra başkalarına nasihat et.
  • Ey insan, yazık sana ki Allahu Teâlâ’nın kulu olduğunu iddia ediyor, fakat O’ndan başkasına itaat ediyorsun.
  • Ey oğul, takvâya iyi sarıl. Rabbinin emirlerine yapış ve yasaklarından kaçın. Nefsine, şeytana ve kötü arkadaşlara uyma.
  • Ey oğul, senin düşüncen yemek-içmek ve dünya lezzetlerinden ibaret. Oysa Allahu Teâlâ’nın katında bunlardan daha güzelleri mevcuttur. Onlara kavuşmak da ancak takvâ ile mümkündür.
  • Ey oğul, sen dünyada devamlı kalmak için yaratılmadın. Öyleyse her işinde Allah’ın rızasını ara.
  • Ey oğul, yaratılanlar üzerinde tefekkür edersen onlarla yaratanı tanır, O’na inanır ve O’nun birliğine varırsın.
  • Ey oğul, tembel olma, çünkü tembel kimse devamlı şekilde mahrum kalır ve pişmanlıklardan kurtulamaz.
  • Ey oğul, kötü kimselerle düşüp kalkman seni iyi kimseler hakkında kötü zanna düşürür.
  • Ey cemaat! Allahu Teâlâ’dan hakkıyla hayâ ediniz. Gaflete düşmeyiniz. Zamanınız zayi olup gidiyor. Hâlbuki siz yiyemeyeceğiniz şeyleri toplamakta, ulaşamayacağınız şeylerin peşinde koşup yorulmakta ve oturamayacağınız evleri yapmakla meşgul olmaktasınız. Bütün bunlar, Rabbinizin huzurunda hesap vereceğinizi size unutturuyor.
  • Dört şey dininize zarar verir:
  1. Bildiklerinizle amel etmemek,
  2. Bilmediğinizi yapmak,
  3. Bilmediğinizi öğrenmeyip cahil kalmak,
  4. İnsanların bilmediklerini öğrenmelerine mani olmak.
  • Salih kimselerle beraber olun. Onları sevdiğiniz zaman kalbiniz nifaktan ve münafıklardan uzaklaşır. Münafık ikiyüzlü kimsedir ve iyi bir kişi değildir.
  • Amelinde ihlâs üzere ol. Gösteriş ve insanların gönüllerini kazanmak için ibadet etme. İkiyüzlü kimselerin yaptığı gibi amel yapıp arkasından bunun kabulünü Allahu Teâlâ’dan dilemek doğru olur mu?
  • Ey oğul, iyi bil ki dünya sona doğru gidiyor ve ömürler tükeniyor. Âhiret ise yaklaşmaktadır. Hâlbuki senin düşüncen yaklaşmakta olan ve ebediyen yaşayacağın Âhiret yurdu değil, yokluğa doğru gitmekte ve senin de içerisinde kalmayacağın mutlak olan dünyaya ait mal-mülk toplamağa çalışmaktır. Ebedî geleceği bırakıp sür’atle yok olmağa başlayanın peşinden koşmak en büyük aldanıştır.

Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin künyesi Ebu Muhammed Muhyîddîn Bazıllahileşheb’tir. Tasavvuf ilmini Şeyh Ebû Said ve Hammâd Debbâs’tan almıştır.

24.HâCE ALâiDDÎN ATTâR (k.s)

Doğumu          : ?

Vefâtı               :Ciganyan, miladi 1399 / hicri 802.

Orta boylu, esmer yüzlü, büyükçe sakallı idi. Daima hudu ve huşu içinde bulunurdu. Şah-ı Nakşibend hazretlerinin sadık müridi, biricik damadı ve halifesi idi.

Künyesi Buhara’dan Ciganyanlı Muhammed oğlu Muhammed Alâidd’in Attâr’dır.

 

Hace Alâiddîn Attâr zengin bir ailenin oğlu olmasına rağmen fakirliği hoş gören ve hizmeti seven bir insandı. İlme düşkün olup zahir ilimleri tahsile meraklıydı. Buhara medreselerinde altında eski bir hasır ve tuğladan yastık önünde kitabını koyacak bir rahlesi vardı.

Attâr’ın zenginlik gururunu kırmak için Hâce hazretleri ona elma satmasını emredince önce tanınmadığı yerlerde elma sattı. Hâce hazretleri kardeşlerinin dükkânı önünde satmasını emretti. Alâiddîn elma sepetini aldı ve biraz çekinerek kardeşlerinin dükkânının önüne gitti. Elma satmaya başladı. Bunu gören zengin ağabeyleri gururlarına yediremediler. Alâiddîn’in elinden sepeti alıp azarladılar ve dövdüler. Bunun üzerine; “Benim efendim elma sat dedi ben de satacağım, hem nerede derse orada satacağım.

Dükkânınızın önünde bağıra bağıra satacağım. Ne yaparsanız yapın ben onun emrini yerine getireceğim” dedi ve dergâha döndü.

Onun nefsini kırdığını gören Hâce hazretleri; “Oğlum Alâiddîn elma işi tamam. Kardeşlerinin nefsinin kabardığını senin nefsinin de geberdiğini gördüm. Bundan böyle sohbetlere devam et,  Allah muinimiz olsun” dedi.

Hâce hazretleri Alâiddîn’e “Oğlum pak bir kızım var, eğer kabul edersen onu sana vereyim” teklifinde bulunduğunda Alâiddîn “Bu bendenize büyük bir lütuf ve saadettir. Fakat benim evim, eşyam ve geçimim için bir işim yoktur” deyince Hâce hazretleri “Merak etme Allah’ın hazinesi boldur, rızık taksimlidir. Bundan böyle kızım senindir, haydi eve gidip nikâhlarınızı kıyayım” diye cevap verdi. Nikâhları kıyıldı, sağlam bir temel atılmış oldu.

Alâiddîn damat olduktan sonra evine rahat girip çıktığından Hâce hazretlerine hizmeti daha da artırmış ve ömür boyu devam etmiştir.

Hanefi mezhebinden olup Ehl-i Sünnet itikadı üzerine çok kimseyi irşad etmiştir.

Bazı sözleri:

-Bu yola girmeyenlerin yolunu kesen yine kendileridir

-İradesini hakkın iradesinde kudretini hakkın kudretinde yok etmeyen Hakk’a varamaz.

Silsilede emaneti Seyyid Hâce Muhammed Bahaiddîn Nakşibendi hazretlerinden almıştır.

Pişuva-yı halk Şeyh Alâiddîn Attâru’l-Buhari Rûberi diye anılır.

 

       25.HÂCE YAKUP ÇERHÎ (k.s)

              Doğumu          :Gazne, Çerh  ?

Vefâtı               :Düşenbe, miladi 1447 / hicri 851.

Orta boylu, beyaz ve güzel yüzlüydü. Sakalının kenarları seyrek ve beyaz idi. Mübarek alnında beni vardı. Zahirî ve bâtıni ilimlere vakıf maddi ve manevi rumuz ve işaretlere âgâh idi.

Künyesi; Gazne’de Çerh köyünden Hâce Yakup’tur.

Hace Yakup Çerhi ilk tahsilini Herat’ta (Afganistan),yüksek tahsilini Mısır’da, manevi tahsilini Buhara’da tamamladı.

Mısırda zahiri ilimleri tahsil ederken içini ilahi bir cezbe kaplamıştı. Bulunduğu yerde duramayarak Buhara’nın yolunu tuttu. Yolda bir meczupla karşılaştı. Meczup; “Ey Yakup, hemen git, kabul edilecekler gurubuna dâhil olma zamanın gelmiştir.”diyerek Şahı Nakşibend’in meclisine katılmasını işaret etti. Hazretin huzuruna vardığında aralarında şu konuşma geçti:

Yakup;

-Beni hizmetinize kabul edip bana ders verir misiniz efendim?

Şah-ı Nakşibend;

-Gidilecek zamanda mı geliyorsunuz?

Yakup;

-Gönlünüzün bir köşesinde bize bir yer lütfetmez misiniz?

Şah-ı Nakşibend;

-Neden?

Yakup;

-Siz ulu bir kişisiniz, herkesin makbulüsünüz.

Şah-ı Nakşibend;

Ya herkesin makbulü şeytanî bir hal ise.

Yakup;

Size bir hadis-i şerif ile cevap vereyim.”Allah Teâlâ bir kulunu dost edinmek isterse onu herkese sevdirir.”

Şah-ı Nakşibend;

-O halde istihare yapalım. Yaptılar.

Yakup Çerhi diyor ki; “kabul edilip edilmeyeceğimden büyük endişe duyduğum için sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Sabahleyin kederli bir vaziyette hazretin yanına gittim. Hazret aniden güzel bir tebessümle “kabul edildin” buyurdu, dersimi verdi ve beni Hâce Alâiddîn Attâr’a havale buyurdular. Okuduğum bütün ilimlerin şer’î tatbikini, güzel ahlakın nefsimde yaşamasını hep ondan öğrendim. Yolun bu yol olduğunu anladım ve zevkine daldım.”

Yakup Çerhi her türlü kemâlâtı kendinde toplamıştı. Silsilede emaneti Hâce Alâiddîn Attâr’dan almıştır. Dinin kutbu diye anılır.

     

26.HÂCE UBEYDULLAH AHRÂR(KS)

Doğumu          : Taşkent, Bağıstan, miladi1404 /  hicri 806

Vefatı               : Semerkant, miladi 1490 / hicri 895

Uzun boylu, esmer tenliydi. Sakalı uzun ve beyazdı. Müridlerini saadete gark ederdi. Sohbetine doyulmazdı. Zahiri ve Bâtıni ilimlere vakıftı. Nurlu yüzünü görenler dua ve sena ederlerdi. Söz ve şiirleri tarikatta hüccet idi. Hz. Ömer (r.a.) in soyundandı.

Künyesi; Taşkent’in Bağıstan köyünden Hâce Mahmud Şaşi oğlu Nasıruddin Ubeydullah Ahrâr’dır.

Çocukluk ve gençliğinde şeriat ve tarikata çok önem verirdi. Zamanının kutbu olan dedesi çocuklarını ve torunlarını yanına çağırarak onlara nasihat ederdi. İçlerinde Ubeydullah’a özel teveccüh gösterir ve onu kucağına alırdı.

“Cenab-ı Haktan bana müjdelenen çocuk budur. Yakında bu oğlum şeriat ehli tarikat piri, marifet madeni, hakikat eli olarak zamanına ve ileriye ışık tutacak bir Allah eri olacaktır.”

Hace Ubeydullah Ahrâr tahsilini tamamlamak için Semerkant’a gitmiş, devrinin büyük âlimlerinden ders almış ve yirmi dört yaşında sözüne güvenilir bir âlim olmuştur.

Hace Yakup Çerhi’ye intisab eden Ubeydullah üç ay devamlı hizmetinde bulundu. Seyr-i sülûkünü tamamladı. Hazretin izni ile Buhara ve diğer beldelerdeki Şah-ı Nakşibend hazretlerinin halifelerinin pek çoğuna yetişti, sohbetlerinde bulundu, manevi feyizlerine nail oldu. Yirmi dokuz yaşında memleketi Taşkent’e döndü. Yaptığı hizmet, aldığı himmet ile nail olduğu devlet kendisine yetti. Helal rızık elde etmek için ziraatle meşgul oldu. Ne tuttu ise bereket buldu. Sınırsız nimetlere ve servetlere mahzar oldu. Çok fazla zekât ve öşür dağıtmıştır.

Meşguliyetlerinin yanında bir an bile irşaddan geri kalmadı, tarikatın hakkını verdi. İlmi olgunluğu, tarzı ve beyanı dinleyicileri hayran bırakırdı.  Cümleleri, beyitleri hakikat ehlinin nezdinde hüccet idi. Rabıta için şu beyti okurlardı:

“Sa’y edip erbab-ı dil gönlünde ey dil eyle yer,

Akl-ı gayr endişi ko! Gel hezm-i vasl-ı yâre gir!”

Zahiri uzaklık manevi yakınlığa mani değildir. Rabıta ile her zaman beraber olduğunu anlatmak için mürşidine:

“Yanından ben gidersem mihrin ey can sineden gitmez

Ayağın toprağın hakkı gönül sevdanı terk etmez.”

Buyururlardı. Rabbine niyaz için şu mısrayı okurdu:

“Yar çün yanındadır beyhude feryad eyleme.”

Basiret için şu tembihte bulunurlardı:

“Âdemi bir görmedir bakisi post,

Görmek oldur kim göre didarı doridost.”

Gözlerin namahreme bakmaması için şu beyti okurdu:

“Aşıkın gözlerinin gözcüsüdür çeşm-i nigâr

Eyleme gayrı nazar, sakla gözün ey dil- zar.”

Diğer sözlerinden:

-Çok açlık ve uykusuzluk dimağı yorar, hakikatleri ve incelikleri idrak etmekten alıkoyar.

-Ferah ve sevinç bünyeye kuvvet verir.

-Uyku dimağı hatadan muhafaza eder.

-İbadet emirleri uygulamak, yasaklardan kaçınmaktan ibarettir.

-İslami esaslara, tarikat adabına halisane riayet etmeden, hakkın sırrını zevkini ve muvaffakiyete eremeyenlerin ebedi saadetten nasipleri yoktur. Bu yol ihlâs, ihsân, istikamet ve edep yoludur.

Silsilede emaneti Yakup Çerhî hazretlerinden almıştır. Manen Abdülhâlik Gücdüvâni, Şah-ı Nakşibend ve Alâiddîn Attar’dan feyz almıştır.

Hâce Ubeydullah Ahrâr diye anılır.

 

 27.MUHAMMED ZÂHİD (k.s)

Doğumu          : ?

Vefatı               : Bedahş, miladi 1529 / hicri 936.

Beyaz tenli, zayıf vücudluydu. Yüzü sevimli sakalı seyrekti. Takvada, ilimde ve haramlardan sakınmada zamanının bir tanesiydi. Hal ve hareketleri, hikmetli sözleri hacegân katında delil kabul edilirdi. Yakup cerhi hazretlerinin kızının oğludur.

Künyesi Mevlâna Muhammed Zâhid Rahşi Parsa’dır.

Muhammed Zâhid hazretleri gençliğinden itibaren riyazet ve mücahede ile meşgul olup senelerce gözüne uyku girmedi. Neticede manevi işaretle bir mürşid-i kâmilin irşadının gerektiği kendisine bildirildi. O mürşid-i kâmil Hace Ubeydullah Ahrâr hazretleriydi. Muhammed Zâhid onun bulunduğu yere doğru yola çıktı. Hâce Ubeydullah’ın da bu gelişten manevi yoldan haberi oldu ve onu karşılamaya çıktı. Ağaçlık bir yerde buluştular, hayvanlarından inerek selamlaşıp musafaha ettiler. Derhal oturup manevi dersi görüştüler. Muhammed Zâhid kısa zamanda seyr-i sülûkünü tamamladı Ubeydullah hazretleri Muhammed Zâhid’i her yönüyle hazır buldu. Henüz dersi talim ederken teslimiyet ve tekâmülünü müşahede etti. Tarikat hırkasını giydirdi. Ona icazet verdi ve birinci halifesi oldu. Dua edip ayrıldılar.

Bu ilk ve son görüşmeleri oldu. ”İmdadın gelmesi istidada bağlıdır” kuralına göre müride kabiliyet olursa bazen bir görüşme bile kâfi gelebilir.

Zamanının büyük ulemasından olup edip, şair, arif, zarif, âşık esrar-ı ilahiye ye mahrem masivadan cüda bir zat idi.

Silsilede emaneti Hâce Ubeydullah Ahrâr’dan almıştır. Zâhid-i fani diye anılır.

 

28.Derviş Muhammed(k.s)

Doğumu          : ?

Vefâtı               : Dazferar, miladi 1562 /  hicri 970

Orta boylu, sevimli yüzlü, buğday benizli ve aksakallıydı. Her azası mütenasibti. Zahiri ve batıni ilimlere vakıftı. Açık ve gizli cezbe ve istiğrak, zevk ve şevk ile mevsuf, safa ve ata ile maruf bir şeyh-i kâmildi.

Künyesi; Derviş Muhammed’dir.

Gençliğinde on beş sene riyazetle meşgul olup inzivaya çekilmiş, aç ve uykusuz bir halde harabelerde zikir ve fikirle meşgul olmuştur. Bir gün açlığın tesiri ile çaresiz kalıp elini semaya kaldırdı. Derhal Hızır (a.s.) gelerek ona “Eğer sabır ve kanaat istiyorsan derhal Muhammed Zâhid hazretlerinin hizmetine koş, o sana öğretir” dedi. Derhal Muhammed Zahid hazretlerinin huzuruna varıp teslim olup hizmetine girdi ve seyr-i sülûkünü tamamladı. Halifelerinin en büyüklerinden oldu.

Derviş Muhammed mürid terbiye ve irşad etmede harikulade bir melekeye sahipti. Herkesin anlayacağı dilden konuşur, seviyesine göre muamelede bulunup meziyetlerini belirtir, kabiliyetlerini geliştirirdi. Bu hususta kudsi bir kudrete sahipti.

Silsilede emaneti Muhammed Zâhid’den almıştır. Hâcegân Serdefteri diye anılır.

 

       29.HÂcegÎ EmkenekÎ (k.s)

Doğumu          : Semerkant, Emkenek, miladi 1512 /  hicri 918.

Vefatı               : Semerkant, Emkenek, miladi 1599 /  hicri 1008.

Esmer yüzlü olup yüzü gayet nurluydu. Sakalı azdı. Deniz gibi feyze malikti. Babası Derviş Muhammed hazretlerinin büyük halifesiydi. Âbid ve zâhid olup keramet ve harikulade işlere malikti. Sırrını gizler, kendini dinlerdi.

Künyesi; Semerkant Emkenek’ten Şeyh oğlu Hâcegi’dir.

Maddi ve manevi ilimlerin terbiyesini babasından aldı. Kendini ve hallerini insanların gözünden gizler, hakkı hakikati özler, kendi kendini gözetler ve tanımaya çalışırdı.

Aileden dervişti. Gayet intizamlıydı. Yanında bulunanlar feyzle dolarlardı. Vefatından önce halifesine vasiyetle durumu bildirmişti. Gönül ehli büyük bir zattı.

Silsilede emaneti babası Derviş Muhammed’den almıştır. Pür-kerem diye anılırdı.

      

       30.HÂce Muhammed BÂkÎ (k.s)

Doğumu          : Kâbil, miladi 1565 / hicri 973.

Vefatı               : Delhi, miladi 1605 / hicri 1014.

Orta boylu, kızıl tenliydi. Seyrek sakalının bazı yerleri beyazdı. Her zaman yalnızlığı tercih ederdi. Az yer, az uyur, az konuşurdu. Geceleri çok Kur’an okurdu.

Künyesi; Kâbil’den Hâce Muhammed Abdülbâki’dir.

Gençliğinde Kâbil’den Semerkant’a hicret etmiştir. İlme ve takvaya rağbet eder, zahir ve batın ilimlerini uygulardı. Cezbe ve Allah aşkıyla doluydu. Mükemmel bir ahlaka sahipti. Hâce Emkenekî hazretlerinden manevi ders almıştır. Feyizlere nail olmuştur.

Hâce Muhammed Bahaiddin Nakşibend ve Hâce Ubeydullah Ahrâr hazretlerinin ruhaniyetlerinden çok istifade edip feyizlerini artırmışlardır. Bu yüzden kendilerine Uveysi de denilirdi.

Her gece akşam namazından teheccüd namazına kadar Kur’an-ı Kerim’i hatmeder sonra teheccüd namazını kılardı. Fecr-i sadıktan sonra sabah namazını eda eder, güneş doğuncaya kadar yine zikirle meşgul olurdu. O esnada “Ya rabbi geceler ne çabuk geçiyor” buyururlardı.

Oğlu Abdullah çoğu zaman huzurlarına elinde bir ayna ile gelir, yanına otururdu. Oğluna;”Aynada kendine bak” buyururlardı.

Ebu Hanife mezhebindendi. İmam-ı Rabbani’nin yetişmesinde hizmeti geçmiştir. Hayatında ve ölümünde feyiz kaynağı olmuştur. Ona iltica eden boş dönmezdi, konuşmadan alacağını alır ve giderdi.

Kırk yaşında Delhi’de vefat etmiştir.

Silsilede emaneti Hacegi Emkenekî’den ve manen de Şah-ı Nakşibend ve Ubeydullah Ahrâr’dan almıştır. Hakkın mahzarı diye anılır.

 

       31.İmam-ı RabbanÎ Ahmed FÂruk SerhendÎ (k.s)

Doğumu          : Serhend, miladi 1563 / hicri 971

Vefatı               :Serhend, miladi 1625 / hicri 1034.

Uzun boylu, buğday benizli, şirin yüzlü, kırmızı gözlü, siyah sakallıydı. Müceddid-i elf-i sani (ikinci bin yılın yenileyicisi) idi. Hazret-i Ömer’in(r.a.) soyundan olup Nakşiye, Kadiriye, Çeştiye, Suhreverdiye, Şatariye, Bidariye ve Kübreviye tariklerinin imamı ve piri idi.

Künyesi; İmam-ı Rabbanî müceddid-i elf-i sani Ahmed Fâruk Serhendî’dir.

Nesebi Hz. Ömer (r.a.) varan İmam-ı Rabbâni âlimlerin efdali, kutbu’l-ektab (bütün kerametleri toplayan) dı. Tarikat imamı olup kendisine uyulan bir zat idi. Tasavvuf uleması kendisine “sıla” (şeriat ile tarikatı birleştiren) adını vermişti. Kendileri zaman zaman murakabelerinde Peygamber Efendimizden açık beyanlarla teveccühe mahzar olurlardı.

İmam- Rabbâni’nin yüksek dereceleri o mertebeye varmıştı ki; şeyhi Muhammed Baki hazretleri onun istidat ve kemalinin hayranı olmakla bütün mürid ve arkadaşlarının tekmil teveccühlerini ona havale buyurur, hatta ondan istifade etmek için meclislerinde oturup dinlerlerdi. “Ahmed öyle bir güneştir ki; iki cihan onun feyz ve fazilet nurları ile aydınlanmaktadır ” derlerdi.

İmam-ı Rabbâni’nin şöhreti her tarafa yayılmış, şeriat, tarikat, marifet ve hakikatteki Asr-ı Saadet anlayışı ve anlatışı onun tabirlerini çoğaltmış ve tarikatları birleştirmiştir. Devrinin şahı da dilencisi de ona intisab etmiştir. Gerçekten onun yolunu tutanlar yolun icaplarını sadıkane yerine getirirler ve huzura ererlerdi.

Müceddidin yedi iklimi, birbirine mezceden yüksek dirayeti, uzlaştırıcı feraseti, çeşitli tarikat ve mezheblerin mensublarını uzlaştırmadaki başarısı, hülasa yüce tevhid

dininin türlü sebeplerle dağılmış Müminlerinin birleştirilmesi onun esas vazifelerindendi. Müminlerin ehl-i hak, ehl-i tevhid ve ehl-i sünnet olarak birbirlerine yaklaşmaları, kaynaşmaları mensubu oldukları dinin ve tuttukları yolun icabıdır. Âlemlere rahmet olarak gelen Peygamberimizin iki cihan saadetini sağlayan ilahi düzenini aldığı talimatlara göre kurmuştur.

İmam-ı Rabbâni Allah Resulünün yolunu tam olarak takip etmiş, tefrikalara yol açan siyasi, idari, zümrevi, ırki ve mahalli ihtilafları gidermek için üstüne düşen görevi hassasiyetle yerine getirmiş ve Müminler arasında birliği sağlamıştır.

Zamanının allamelerinden Abdülhakim Siyalküti Ahmed Fâruk’u inkâr edenlerdendi. Bir gece rüyasında hazreti gördü.

Cenab-şeyh kendisine “قُلِ اللُّٰهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ” (Enam 91)ayetini okudu. Bu ayetin manası âlim Abdülhakim’in kalbinde Allah aşkı ve şevki doğmasına sebep oldu ve şeyhin muhabbetinin şulesi gönlünde yandı. Kalbi Allah Allah diyerek uyandı. Uyanmasına rağmen zikrullah kalbinde devam etti. Hemen Hazret-i şeyhe gidip ona intisap etti. Çok yüksek derecelere erdi. Ahmed Fâruk’a “müceddid-i elf-i sani” sıfatını bu âlim vermiştir.

Ahmed Fâruk Serhendî’nin feyzi hala devam eder. İki eser bırakmıştır:

1.Mektubat,

2.Oğlu Muhammed Masum.

Safer ayının on dördüncü günü altmış üç yaşında vefat etti. Kabri Serhend’dedir.

Silsilede emaneti Hace Muhammed Bâki’den aldı. Müceddid diye anılır.

 

 32.Urvetü’l-Vusk Muhammed Ma’sum (k.s)

Doğumu          : Serhend, miladi 1598 / hicri 1007.

Vefatı               : Serhend, miladi 1668 / hicri 1079.

Uzun boylu, şirin yüzlü, buğday benizliydi. Gözünde kızarıklık vardı. İmam-ı Rabbani’nin oğlu ve halifesidir. Babasına benzerdi. İlahi korku ve haşyeti galip, daimi bir huzura malikti.

Künyesi; Serhend’den Ahmed Fâruk oğlu Urvetü’l-Vuskâ Muhammed Ma’sum’dur.

İmam-ı Rabbâni’nin yedi oğlundan üçüncüsüdür. Babası, Hâce Muhammed Bâki hazretlerine mülaki olup hizmet ve sohbetiyle müşerref olduğundan şöyle dedi: ”Bu oğlum hayırlı ve değerlidir. Çünkü Hâce Bâki hazretlerine, bunun doğumunu müteakip vasıl oldum.

Muhammed Ma’sum yüksek bir kabiliyete sahipti. Meşrebi Muhammedî idi. On altı yaşında zahiri ve dini ilimleri tahsilini tamamladı. Üstadlarının takdirini kazandı.

Çevresinde parmakla gösterilirdi. Matematikle meşgul olarak zamanında müsbet olan ilimlerin esaslarını koydu.

Babasından azami derecede istifade etmiş, emirlerini dikkatle yerine getirmiştir. Yolun ruhunu işin önemini kavrayarak kendini hizmete vakfetti. Hiç günahı görülmediğinden kendisine masum denildi. Kısa zamanda devrinin mürşidi oldu. Babası son zamanlarında müridlerin idare, talim ve terbiyesini ona havale etmiştir. Cahillerden kaçınılmasını tavsiye ederdi.

Hacca gittiğinde Mekke ve Medine’de Arap, Acem, Hintli vs. birçok insan irşad halkasına katılmış ve müridi olmuştur.

Allah’ın lütfuyla himmetleri tarikatta usul ve gayretleri sayesinde velayet derecelerine vasıl olan insanların sayısı yüz binden fazladır.

Mektubat’a zeyl yazmıştır. En derin tefsiridir.

Yetmiş bir yaşında Serhend’de vefat etti. Kabirleri ziyaretgâhtır.

Silsilede emaneti babası İmam-ı Rabbâni’den almıştır. Urvetü’l-Vuskâ diye anılır.

 

       33.Şeyh SeyfuddÎn (k.s)

Doğumu          : Serhend, miladi 1639 / hicri 1049

Vefatı               : Serhend, miladi 1684 / hicri 1096.

Uzun boylu, esmer ve gökçek yüzlüydü. Gözleri iri, sakalının iki tarafı biraz seyrekti. Zahiri ve batıni ilimlere vakıftı. Zühd, takva ve sünnete itibarı tamdı. Onu kâfir, fasık veya facir bir kimse görse hemen tevbe eder, hidayete ererdi. Daima varidat-ı ilahiye ye hazır durur ve hayran hayran bakarlardı.

Künyesi; Muhammed Ma’sum oğlu Şeyh Seyfuddîn’dir.

İmam-ı Rabbâni’nin torunu ve Muhammed Ma’sum’un oğlu olan Şeyh Seyfuddîn küçüklüğünden beri büyük bir lütfa mahzar olmuş ve manevi havayı teneffüs etmiştir. Ehl-i dünya ile görüşmekten şiddetle kaçınır, ehl-i din ve sadıklar ile ilgilenmekten zevk alırdı. Sadık ihvan meclisinde aşıkın maşukunu gelmesini beklediği gibi her an varidat-ı ilahiyeyi beklerdi. Mecliste biri “Allah” diyerek Mevla’yı zikretse kuşlar gibi çırpınır, vecde gelirdi. Kendisinden garip kerametler ve harikalar zuhur ederdi. Peygamberin sünnetlerine o kadar riayet ederdi ki; kendisine “sünnetin ihya edicisi” denilirdi.

Sohbetine gelenlere her zaman çok lezzetli yemekler ikram edilirdi. Böylece müridler maddi ve manevi bakımdan doyurulur, seyr-i sülûkleri tamamlanırdı. Taliplerden biri bir gün “Bu yolda az yemek gerekmez mi?” deyince hazret “Gıdayı azaltmak kuvvet ve takatten düşürür. Bizim tarikimizin pirleri devamlı vukuf-i kalbi ve şeyh sohbeti esasları üzerine yol kurmuşlardır. Fazla riyazat ve açlıkla vücuda meşakkat vermek bazı acayip hallerin ve harika hayallerin meydana gelmesine sebep olur. Biz bunları içten saymayız. Bizim gayemiz ancak zikre devam, Allah’a teveccüh ve sünnete tabi olmak meşru işle iştigal etmektir.” buyurdular.

Silsilede emaneti Urvetü’l-Vuskâ Muhammed Ma’sum’dan aldı. Bahr-i Hikmet-i Feyz-i Hüdâ diye anılır.

 

       34.Seyyid Nuri Muhammed BedvânÎ (k.s)

Doğumu          : ?

Vefatı               : Bedvân, miladi 1722 / hicri 1135.

Orta boylu, esmer tenliydi. Kaşları çatık ve seyrekti. Alnında nur alameti vardı. Huzû ve huşûundan gözlerinden yağmur gibi yaşlar akardı. Allame-i cihan idi.

Künyesi; Bedvân şehrinden Seyyid Nur Muhammed’dir.

Genç yaşta kendini ilme ve takvaya verdi. Sarf-nahiv, mantık, meani, hadis ve tefsir, şeriat ve tarikat ilimlerinde asrının yegâne âlimi, rumuz, hakikat ve marifette zamanının bir tanesiydi. Şeyh Seyfuddin hazretlerinin hizmetinde bulunup kısa zamanda halifesi oldu.

Takva hususunda son derece başarılıydı. Birkaç günlük ekmeğinin ununu helalinden tedarik eder, hamurunu kendisi yoğurup pişirip kurutur, açlık galebe çaldığında azar azar yerdi. Murakabenin çokluğundan beli bükülmüştü.

Cezbe halleri ziyade olup on beş sene kadar ilahi nurlarda mest olup kalmıştır. Ehl-i dünya ile görüşmekten kaçınırdı. Kalblere vakıftı. Halis müridlerinin sual ve müşkillerini konuşmadan hallederdi. Hak tarafından çok güçlü tasarrufa malikti. Bir gün denemek maksadıyla iki bozuk itikatlı insan huzuruna gelip inabe istedi. Hazret derhal; “Önce inancınızı düzeltin sonra halis niyetle inabeye gelin” buyurdu. Bunlardan biri tevbe ve istiğfar edip hazretin dediğini yaparak sadık bir mürid olmuş, diğeri ise tevbe etmeyip hüsranda kalmıştır.

Hazretin evinin bitişiğinde sarhoşluk veren maddelerin satıldığı bir dükkân açılmış. Seyyid Nur hazretleri sohbetinde bu haram işin feyze mani olduğunu söylemiş. Müridleri derhal o dükkânı tahrip etmişler. Hazret bu sefer daha çok üzülmüş;

-Ne yaptınız? Bizim yüzümüzden adamı zarara uğrattınız. Bertaraf etmek hâkimin ve icranın işidir. Siz başkasının işine de müdahale ettiniz. Dükkân sahibini çağırın da görüşüp helalleşelim, demiş.

Adam huzura gelince hazret-i şeyh ona bakar bakmaz hemen tevbe edip ellerine ayaklarına sarılmış, herhangi bir hak iddia etmeyip samimi bir mürid olmuş.

Bedvân’da vefat etti. Silsilede emaneti Şeyh Seyfuddin’den aldı. Şehr-i Bedvân’ın piri diye anılır.


         35.Habîbullah Mazhar-ı CÂn-ı CÂnan Şemsuddîn (k.s)

Doğumu          : ? , miladi 1701 / hicri 1113.

Vefatı               : ? , miladi 1781 / hicri 1195.

Orta boylu, esmer tenliydi, sakalı seyrek ve siyahtı. Heybet ve celal sahibi idi. Muhammed Hanefi soyundan seyyid idi. Büyükbaba ve büyükannesi veliydi. Büyükannesi eşyanın tesbihini açıktan işitirdi.

Künyesi; Habîbullah Mahzar-ı Cân-ı Cânan Şemsuddîn’dir.

Şemsuddin asil bir şecereye mensup olup nesebi yirmi sekiz batın sonra Hz. Ali’ye(r.a) ulaşır. On sekiz yaşında Seyyid Muhammed hazretlerine intisab etti. Dört yıl hizmet ve sohbetlerinde bulunarak seyr-i sülûkünü tamamladı. Halifesi olup hırka giydi. Allah’ın izniyle keşif ve tasarrufa sahip oldu. Şeyhi Seyyid Nur Muhammed vefat ettikten sonra zamanının bütün büyük meşayıhına hizmet etti. Sohbetlerinden istifade ederek kemale erdi. Nakşibendiye, Kadiriye, Müceddidiye, Çeştiye ve Suhreverdiye tarikatlarından icazet alıp icazet verdi. Tarikatları birleştirmede yüksek bir dirayet ve himmete sahipti. Hanımlarla görüşmezdi, Gaibten teveccüh eder, tesiri hemen görülürdü. Denemek maksadı ile gelenlere de ders verirdi.

Bir gün bir adam Mahzar-ı Cân-ı Cânan’a gelip “Mahzar-ı Cân-ı Cânan’ın tantanasının Rahmani olup olmadığını anlamak için geldim” der. Hz. Şeyh bu yersiz sözden müteessir olur, adamın yüzüne keskin ve dik dik bakar. Adam yere düşüp sudan çıkmış balık gibi çırpınmaya başlar, yerden kalkamaz, feryad edip yalvarır. ”Allah hakkı için beni affet, tevbe ettim, bir daha yapmam” der.

Hazret Muharrem ayının dokuzunda Cuma günü akşamüzeri Fatiha suresini okuyup “Allah! Allah!” diyerek ruhunu teslim etti.

Silsilede emaneti Seyyid Nur Muhammed Bedvâni’den aldı. Mahzar-ı Cân-ı Cânan Habîbullah diye anılır.

 36.Şah Abdullah DEhlevî (k.s)

Doğumu          : Hindistan, Pencap, miladi 1745 /hicri 1158.

Vefatı               : Hindistan, Pencap, miladi 1824 / hicri 1240.

Orta boylu, esmer tenli, seyrek sakallı, şirin yüzlü idi. Hazret-i Ali’nin (k.v) sülâlesinden ve seyyiddi. Allâme olarak bilinirdi. Âşık tâliblerin gönlüne tasarruf eyler, sayısız dervişi bir lâhzada feyz, cezbe ve vâridât-ı İlâhiyeye vâsıl eylerdi.

Künyesi, Hazret-i Ali (r.a) sülâlesinden Pencap Dehla’dan Ali ve Şah Abdullah’tır.

Seyyid Abdüllatif Hazretlerinin oğludur. Abdüllatif Hazretleri, riyazet ve mücadele ehli, yeşil ot yiyen, çöllerde cehrî zikir ile meşgul olan sâdık bir Kadirî müridi idi. Gördüğü rüya üzerine oğlunun adını Ali Abdullah koydu. On üç yaşına geldiğinde babası onu Dehla’ya, kendi şeyhine intisap etmesi için çağırdı. Fakat Ali Abdullah oraya varıncaya kadar Şeyh Nasırüddin Hazretleri vefat etti. Bunun üzerine babası Abdüllatif, kadere teslimiyetle oğlunu serbest bıraktı. Bundan sonra Ali Abdullah, Mazhar-ı Cân-ı Cânân Hazretlerine ulaşarak onun hizmetlerine devam etti. Yirmi iki yaşına geldiğinde bir beyit söyleyerek teslimiyetini arz etti. Mazhar-ı Cân-ı Cânân: “Oğlum, burası tuzsuz taş yalamak gibidir, başka zevkli bir yer ara.” buyurdu. Ali Abdullah ise: “Ben de öyle bir yer arıyordum.” diyerek teslimiyet gösterdi. On beş sene müddetle şeyhine hizmette bulundu ve sohbetlerine devam etti.

Dehlevî Hazretleri, evvelâ Nakşibendîlik, sonra Kadirîlik, Çeştîlik ve Sühreverdîlik tarikatlerinin ders ve hilâfetlerini aldı ve bilâhare şeyhinin postuna oturdu. Ali Abdullah’ın kalbleri keşfetmesi, müşkil meseleleri halletmesi, hastaların şifâ bulmasına vesile olması ve gelecekle ilgili hikmetli-basiretkâr sözler söylemesi, muhitinde yegâne müracaat kaynağı olmasına sebep olmuştur. Usul ve terbiyesi mühim bir seviyede idi. Nitekim çok büyük zatlar yetiştirmiştir. Yaşlılık yıllarında, şu beyti dilinden düşürmezdi:

Ey sevgilim, ey sevgilim (Rabbim), kocadım, bittim.

Aşkının nûru üzerime düştükçe gençleşiyorum.

Cehennem azabından korktuğu bir gece, rüyasında Hazret-i Peygamber Aleyhisselâm’ın kendisine şöyle buyurduğunu işitti:

“Sen bizim muhibbimizsin. Bize muhabbeti olan kimse cehenneme girmez.”

Tarikat, ona göre şu dört meseleden ibaret idi:

  1. Def‘-i havâtır (hatıra gelen kötü şeyleri def etmek),
  2. Devâm-ı huzûr (devamlı surette huzurda bulunmak),
  3. Cezbe hali,
  4. Vâridât (feyiz ve meleke) sahibi olmak.

Birçok âşık tâliblerin kalblerine tasarrufta bulunur ve feyiz intikal ettirirdi.

1240 yılı Safer ayının yirmi ikinci günü işrak vaktinde ve 72 yaşında Dehle’de vefat etmiştir.

Silsilede emaneti Mazhar-ı Cân-ı Cânân Şemsüddin Hazretleri’nden almıştır. Pîr-i Dehlevî, Cân Gevherî diye anılır.

 

37.MevlâNâ Hâlid Ziyâüddîn BağdÂdî (k.s)

Doğumu          : Karadağ, miladi 1779 / hicri 1193.

Vefâtı               : Şam, miladi 1826 / hicri 1242.

Uzun boylu, iri cüsseli, beyaz-kırmızı tenli, iri-siyah gözlü, burnunun ortası hafif yüksek, dişleri seyrek, yüzü şirin, sakalı siyah ve uzun, göğsü geniş, kolları uzun, vakarı ve heybeti meşhurdu. Güler yüzlüydü. Hazret-i Osman’ın (r.a) sülâlesindendi. Allâme-i cihân ve müceddid idi. Künyesi, Hüseyin oğlu Mevlânâ Hâlid Ziyâüddin’dir.

İlme çok meraklı olup, Süleymaniye vilâyetinde zamanının büyük mütehassıslarından pek çok konuda ilim tahsil etmiştir. Maddî ilimlerde ilerledikten sonra ledünnî ilimlere yöneldi. Ancak önce hac farizasını edâ etmek maksadıyla Mekke-i Mükerreme’ye hareket etti. Seyahati esnasında Şam’a uğradı ve burada büyük hadis âlimlerinden ders aldı. Bir Kadirî şeyhinden Kadirîlik ders ve icâzeti aldı.

Haccını edâ ettikten sonra yine Süleymaniye’ye döndü. Burada Muhammed Derviş Azimabadi ile görüştü. O da, Beytullah adlı bir meczubun söylediği gibi Hindistan’daki Abdullah Dehlevî ile görüşmesini ve onun hizmetinde bulunmasını tavsiye etti. Bu tavsiyelere uyarak Hindistan’a giden Ziyâüddîn Bağdadî Hazretleri, Abdullah Dehlevî’nin dergâhına kabul edildi. Burada kendisine tuvaletleri temizleme ve bahçeyi süpürme görevleri verildi.

Bu görevleri yürütürken nefsi harekete geçip içinden bir ses ona şöyle dedi:

“Ey Halid, sen Bağdat ve Şam’ın büyük âlimlerindensin, şimdi burada veli mi, deli mi olduğu belirsiz bir kişinin tek bir sözüyle sana pislik temizlettiriyorlar. Ledün ilmi, mürşid-i kâmillik ve seyr-i sülük bunun neresinde?” Ancak Mevlânâ Hâlid, iç âlemden gelen bu telkinin nefsinin ve şeytanın eseri olduğunu hemen anlayarak, şu cevabı verdi:

“Ey nefis! Eğer bana sakallarımla temizlik yapmam söylense, yine bunu yerine getireceğim.”

Bu sırada pencereden avluya bakan Abdullah Dehlevî, Hâlid Ziyâüddîn’in kovasını meleklerin taşıdığını görünce onu yanına çağırarak şöyle dedi: “Oğlum Hâlid, ilmin dünyayı tutmuş. Bilgin cihâna kåfi gelir. Bunlardan dolayı kibir ve gururun vardı. Onu da ayaklarının altına aldın, işini melekler görür oldu. Artık git ve bütün iklimleri irşad eyle.”

Böylece ledün ilmine, irşad görevini alarak ulaşan Mevlânâ Hâlid’i, Abdullah Dehlevî atının üzengisini tutarak ve gözyaşı dökerek Bağdat istikametine doğru yola koydu. Şeyhi onu: “Allahu Teâlâ yardımcın olsun, O’nun hıfz ve emânında olasın” dualarıyla uğurladı. Mevlânâ Hâlid, otuz beş yaşında iken halkı irşâda başladı. Daha sonra Şam’a gitti ve 1242 yılında Sahiliye’de vefat ederek ebedî istirahatgâhına defnedildi. Hayatında sahip olduğu büyük feyiz, vefatından sonra da devam ettiğinden, kabri hâlâ ziyaret edilmektedir.

Silsilede emaneti Şah Abdullah Dehlevî’den almıştır. Pür-ziyâ diye anılır.

 

38.Birinci Osman SirÂceddÎn (k.s)

Doğumu          :Süleymaniye, miladi 1781 /  hicrî 1195.

Vefâtı               : Süleymaniye, miladi1866 /  hicrî 1283.

Hazret-i Peygamber’in sülâlesinden ve Hazret-i Hüseyin’in soyundan gelen Birinci Osman Sirâceddîn, fertleri birbirleriyle birleştiren, tatlı dilli ve gunnî lehçesiyle konuşan, meşakkatli işlerde hep haysiyetini koruyarak geçimini sağlayan kanaatkâr ve cesur bir kimse olup, Tavila köyünde ikamet etmekte idi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Hazretleri kendisini çok sevdiğinden, ona üstün edep, ihlâs ve amel sahibi Fakîh Osman adını vermişti. Onun hayatı da diğer tarikat büyükleri gibi geçmiştir.

Osman Sirâceddîn, Kur’ân-ı Kerîm tilâveti ve diğer dinî ilimlerde şöhret sahibi olmuştu. Önce Piyara, daha sonra her memleketten gelip ders gören talebelerin okuduğu Hırbanî Medresesi’ne girdi. Tahsil hayatı sırasında kendisinde üstün doğruluk, güzellik, çalışkanlık, cehd ve gayret izleri görülmüştür. Fakir olduğu için, okuyacağı kitapların tamamını eliyle yazmıştır. Talebelik döneminde mühim şeyleri sorup araştırmak ve tetkik etmek, kendisinde bir âdet hâlini almıştır.

Bu medresedeki tahsil hayatını tamamladıktan sonra Süleymaniye yolu ile Bağdat’a gitmiş ve orada büyük âlimlerin yetiştiği Geylânî Medresesi’ne devam etmiştir. Ardından Şeyh Abdullah Hırbanî’nin medresesine devamla orada müderris olan büyük mürşid Hâlid-i Bağdadî (k.s) ile buluşmuş ve onun vasıtasıyla da bu yola intisap ettikten sonra vatanı Tavila’ya dönmüştür.

Böylece Birinci Sirâceddîn (k.s), hicrî 1226 senesinde kendi vatanında ilk ışık saçan olmuştur. 1228 yılında mürşidlik icâzetini alan Sirâceddîn Hazretleri, bundan iki yıl sonra ise seyr-i sülûk ve üstün ilmî icâzetini Süleymaniye ve Bağdat’ta imtihan vererek almıştır. Hâlid-i Bağdadî’nin Şam’a hicretinden sonra Tavila ve Süleymaniye’de tam kırk yıl boyunca halkı irşad etmiş olup Hâlid-i Bağdâdî’nin tarikatinin yayılmasına hizmet edenlerin başında gelir.

Sirâceddîn Hazretleri, zuhur eden hâdiselere sabırla göğüs germesiyle şânı Osmanlı ve İran devletlerinin her tarafına yayılmıştı. Kendisinden sonra gelen İkinci Sirâceddîn’in beyanına göre, Mevlânâ Hâlid Hazretleri onun hakkında şöyle demiştir: “Ben gurbete ve meşakkate tahammül ettim ve bende makamlar hâsıl oldu. Ancak onları benden Sirâceddîn aldı.”

Sirâceddîn Hazretleri, İslâm’ın kurallarına uymada ve kimseye yük olmamada çok dikkatli davranırdı. Muhtelif ırk ve mezheplere mensup olanları dergâhına toplamayı başarmıştı. İrşâd makamında öncelikle âlim bir zât olması sebebiyle etrafında âlimler ve faziletli kişiler bulunmaktaydı. Kalbî zikir yapmak, teheccüde devam etmek, nâfile oruç tutmak, hatim indirmek, tekbir-tehlil getirmek, fukarâlık hâlinde sabır göstermek, kanaatkâr olmak, temizlik-râbıta ve takvâ bakımından ne gerekiyorsa onu yapmak hususlarında insanüstü bir gayret sarf etmiş ve büyük kerametler göstererek yüksek dereceler kazanmıştır. Altmıştan fazla halifesini İslâm coğrafyasının dört bir yanına göndermiş ve Nakşibendîlik ruhuna büyük bir güç kazandırmıştır.

Sirâceddîn Hazretleri, irşâd vazifesini büyük oğlu Muhammed Bahâuddin’e ve Abdurrahman Ebu’l-Vefâ’ya bıraktıktan sonra 88 yaşında iken Tavila’daki evinde vefat etmiş ve evinin önünde defnedilmiştir. Kabri hâlen burada ziyaret edilmektedir. Silsilede emaneti Hâlid-i Bağdâdî’nden almıştır.

 

39.Şeyh Muhammed BahÂuddîn (k.s)

Doğumu          : ?                 miladi 1836 / hicrî 1252.

Vefâtı               :Tavila               miladi 1880 / hicrî 1298.

Nakşibendiye tarikatı mürşidi olup tarikat, takva, din ve ilim evinde yetişmiştir. Tarikat eğitimini babasından, diğer ilimleri bölgesinde bulunan büyük âlimlerden almıştır. Babası hayatta iken Abdurrahman, Ömer ve Ahmed adındaki kardeşlerinin eğitimini

üzerine almıştır. Nitekim bu çocuklar babalarından sonra güneş gibi parlayan ve tarikat içinde ışıldayan yıldızlar olmuşlardır.

Bahâuddin hazretleri babası gibi tarikatına güzel bir ruh ve kudsi nefesler vermiş, bu ruhun güzel kokulu nefesleri ufukları aşmıştır.

Mürşidi olan babasının başlattıklarını genişletti. Sıfatı itibarıyla vakarlı, kanaatkâr, iffet ve zahidlikle hayatını sürdürdü. Geride salih, faydalı, edep ve sıfat sahibi çocuklar bıraktı. Onlar da kendisi gibi şöhret sahibi oldular.

Bu zat Rebiyülevvel ayının beşinde Cuma günü Tavila’da vefat etti. Babasının mezarının yakınında medfundur.

Silsilede emaneti babası Birinci Sirâceddin’den aldı.

40.Şeyh Ömer ZiyÂeddÎn (k.s)

Doğumu          :Süleymaniye, miladi 1839 / hicrî 1255.

Vefâtı               :Süleymaniye,  miladi 1900 / hicrî 1318.

Uzun boylu, pehlivan cüsseli, kuvvetli, cesur, kırmızı yüzlü, çok sevimli bir insan ve çok cömert bir zat idi.

Bulunduğu bölgedeki medreselere devam ederek büyük bir ilim sahibi oldu. Daha sonra Kerkük’teki yüksek seviyeli medreselere devamla, ilmî derecesini kat kat yükseltmiştir. İlim ile ameli birleştirerek faziletli bir hayat sürdüren Ömer Ziyaeddin, Horasan’a dönerek tedrisata başladı. Bu arada Nakşibendi tarikati’ne intisap ederek en yüksek dereceye ulaştı. Babasından müderrislik izni aldıktan bir müddet sonra bu tarikatta halifelik makamına erişmiştir. Takvâyı esas alan ibadetgâhlar, tekke ve hanegâhlar açmış ve bu mübarek yerlerin mânevî bakımını vazife edinerek müridlerini daima ibadete teşvik etmiştir.

İlme büyük önem veren Ziyaeddin Hazretleri, 1301 yılında Hanikin’de Kızarabad Sadiye Medresesi’ni ve 1307 yılında Biyara’da bugünkü üniversiteye denk gelen büyük bir medrese açmıştır. Günümüzdeki okullara benzer birçok okullar açarak talebelerin buralarda ders görmelerini sağlamış ve onların iaşelerini de temine gayret etmiştir. Bu ilim yuvaları bir asır boyunca devam etmiş ve bulundukları yerlerin ilim ve kültür merkezleri hâline gelmişti.

Söz konusu bu mekteplerde ilim tedrisatıyla beraber talebelere zikir de talim ettirilir ve halkalar oluşturularak yüksek derecede Kur’ân-ı Kerîm hıfzı, fıkıh, hadis ve tefsir usulü öğretilirdi. Ayrıca okuyup-yazma, kelâm ilmi, sarf-nahiv (gramer) matematik, mantık, astronomi, edebiyat ve münâzara gibi önemli dersler de görülürdü. Bu güzel ve esaslı eğitimi görenler buralara yardım elini uzatmaktan çekinmemiş ve hicrî 1310 (1892) yılında Tavila’da, 1314 (1896) yılında da Serduş’da birer hanegâh yapılmıştır.

Ziyaeddin Hazretleri ilme büyük merakı olması sebebiyle kitaplara da düşkündü. Ancak bulunduğu mahallerde kitapların pahalı oluşu talebelerin istifadesini güçleştirdiğinden, Piyara’da dinî ve modern ilimlere ait yaklaşık on bin ciltlik bir kütüphane kurarak onların istifadesine sunmuştur.

Kendisini göstermekten hoşlanmazdı. Arapça, Farsça ve Kürtçe’ye edebî seviyede vâkıftı. Âlim ve talebelerin işlerine daha çok alâka göstermeleri için onlara çok nâzik davranır, hareketlerinde tevazuu elden bırakmazdı.

Şeyh Ziyaeddin ile oğlu Alâeddin, bir gün Şeyh Nesimî’yi ziyarete gitmiş ve ona misafir olmuşlardır. Yatma zamanı geldiğinde ev sahibi Şeyh Ziyaeddin’e nerede yatmak istediğini sormuş, o da kendisine yakın bir yerde yatmak istediğini belirtmiştir. Uykuda iken Şeyh Ziyaeddin öyle ilmî şeyler söylemiştir ki, Nesimî bunları gözünü kırpmadan zaptetmeğe çalışmış ve sabahleyin şunları söylemiştir: “Allah’a yemin ederim ki ben bu ilmi hayatımda hiç dinlemedim ve bu akşam ne kadar cahil olduğumun farkına vardım.”

Şeyh Ziyaeddin Hazretleri silsilede emaneti babası Birinci Siraceddin’den almıştır.

 

41.Şeyh NecmeddÎn el-Ömerî (k.s)

Doğumu          :Süleymaniye, miladi 1863 / hicrî 1280.

Vefâtı               :Süleymaniye, miladi 1918 /  hicrî 1337.

Orta boylu, beyaz tenli ve al yanaklı idi. Himmet ve kerameti güçlüydü. Mâneviyatı o kadar kuvvetliydi ki kendisi aleyhine birisi bir şey söylese, cezasını hemen görürdü.

Bu büyük zât Biyara’da doğdu. İlim, takvâ ve zühd terbiyesiyle yetişti. Her bakımdan yeterli bilgiyle donandı. Amcası Şeyh Bedreddin ve mürşidi olan babası Şeyh Ömer Ziyaeddin vasıtasıyla Nakşibendi Tarikatine girmişti. Şeyh Alâeddin ile yaşıt olmakla birlikte Şeyh Alâeddin kendisinden bir kaç ay büyüktü.

Şeyh Necmeddin el-Ömerî, babasının vefatından sonra irşad makamına oturdu. Medreseler açıp birçok talebe yetiştirdi. Çevresinde daima âlim ve salih kişiler bulunurdu. Havas ilmini bilir, özellikle fıkıh ilmini çok severdi. Kendisi zühd ve takvâ yolcusu olup, dünya ziynetinden hoşlanmazdı.

Tarikatin inceliklerine ve tasavvuf makamlarına derin bir vukûfu vardı. Tıp ilmiyle de uğraşırdı. Kalbe kötülüklerin zarar vermesini önlemede bir ruh hekimi ve büyük bir rehberdi. Etrafındaki ulemânın çok değer verdiği birisiydi. Kemal, edeb ve vakar sahibi olduğundan kalem erbabı edipler tarafından çok sevilirdi. İnce duygulu bir şairdi. Şiirlerinden sevgi ve güzel kokular etrafa yayılırdı. Hususiyetle tarikat usul ve âdâbına sahib oluşu bakımından devrinin yıldızı idi. Yazıları mâna ve işaret yönünden daha çok tasavvufla ilgiliydi. Bunları ancak erbabı anlardı.

Silsilede emaneti babası Şeyh Ömer Ziyâeddin’den almıştır. Bulunduğu yerde kevkeb (yıldız) diye anılırdı.

 

42.Şeyh Muhammed AlâeddÎn (k.s)

Doğumu          : Tavila, miladi 1863 / hicrî 1280.

Vefâtı               : Biyara, miladi 1953 / hicrî 1373.

Orta boylu, ince ve zayıf bedenli, buğday tenli, sert mizaçlı, geniş tıp bilgisine sahip, maneviyatı güçlü âlim bir insan olup, muhitinde kendisine Lokman Hekim derlerdi.

Şeyh Muhammed Alâeddîn Tavila’da doğdu ve hikmet-takvâ-keramet evinde yetişti. Kur’ân-ı Kerîm’i hatmettikten sonra faziletli hocalardan ders alarak ilmini ilerletti. Bu arada dinî, edebî, hikmetli konuları ihtiva eden kitapları okur ve incelerdi. Bilhassa arap diline ciddî bir surette vâkıf olmuştu. Bir konuyu araştırıp öğrenmeyi pek severdi. Hitabet ve vaazı eşsizdi. Tâat ve ibadet sevgisini, amcası Şeyh Bedreddin’den almış, hatta onun elinde yetişmişti.

Şeyh Muhammed Alâeddîn, ilme ve ibadete düşkünlüğü sebebiyle birçok yeri dolaşmış ve Dürud’da mükemmel bir medrese inşa etmişti. Çevrede bulunan birçok ulemâ hoca ve ilim tâlibi pek çok hevesli bu medreseye talebe olarak devam etmiştir. Böylece etrafına ışık saçmağa başlayan bu medrese, bölgenin ilim merkezi oldu. Bundan dolayı nüfuzu önemli ölçüde artmağa başlayan Şeyh Alâeddîn, bu medreseyi yaşatabilmek ve talebelerinin ihtiyaçlarını karşılamak için civar bir kaç köyü satın alarak gelirlerini medreseye tahsis etti.

Kendisi büyük bir edeb sahibi olan Şeyh Alâeddîn, yetiştirdiği talebelerin de yüksek edeb sahibi olmalarını isterdi. Şeyh Necmeddin’in vefatından sonra Biyara’da halkı irşada başladı. Oradaki medrese, kendisinin himmetiyle daha düzenli ve verimli bir hâle geldi. Zamanın büyük ve faziletli âlimi Molla Abdülkerim’i hoca olarak bu medreseye getirdi.

Kıtlık zamanlarında bu medresenin masraflarını kendi bütçesinden karşıladı. Halkı irşad ederken, onlara sahip olduğu güzel ahlâk ile de örnek oldu. Şeyh Alâeddîn’in, ileriyi gören keskin bir zekâsı vardı. Sessiz ve sâkin bir şahsiyet olup, çok merhametliydi.

Bu zata Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’den ve bitkilerden ilaç yapma kabiliyeti vermişti. Nitekim iyileşmesinden ümit kesilmiş pek çok hastanın şifa bulmasına vesile olmuştur. Hatta Osmanlı hanedanından da tedavi ettiği hastalar olmuştur.

On oğlundan birisi olan Muhammed Osman’ın kendisinden sonra tarikatini devam ettirmesini vasiyet etmiştir. Tıp ilmi, ledün ilmi ve diğer ilimlere çok düşkün olan Muhammed Alâeddîn, hayatı boyunca bu ilimlerle meşgul olmuş ve maddî-manevî sahalarda büyük hizmetler vererek gönüllerde taht kurmuştur. Sayılamayacak kadar çok keramet sahibi idi.

Silsilede emaneti babası Necmeddîn el-Ömer’den almıştır. Lokman Hekim sıfatıyla anılırdı.

 

43.Şeyh Ali HüsÂmeddÎn (k.s)

Doğumu          : Tavila, miladi 1861 / hicrî 1278.

Vefâtı               : Tavila        miladi 1939 /  hicrî 1358.

Uzun boylu, güçlü, kuvvetli gösterişli bir insandı. Güzel yüzlü ve vakar sahibiydi. Zikir, fikir, irşad, tezkiye ve taharet evinde yetişmiş ulu bir zattı.

Şeyh Hüsâmeddîn hasep ve nesep yönünden tanınmış bir anadan doğma Şeyh Bahauddin’in oğludur. Zikir ve fikirin kaynağında yetişti. Üstün çalışkanlığı ile ilim sahibi oldu ve hakkı olan irşad seccadesine oturdu. Ünü çevreye yayıldı. İbadet ve tâat sahibi birçok insan etrafında toplandı. İyi bir hatipti. Arapça, Türkçe, Farsça ve Kürtçe dillerine

vakıftı. Bu dillerde yazan bir kimse olup adı geçen dillerde pek çok eseri vardır. Arazileri ıslah edip ağaç diker veya tarıma elverişli hale getirip eker biçer ve elde ettiklerini cömertçe yolculara ve ziyaretçilere harcardı.

Bu zat dağlık bir kesimde bulunan Bahagun köyünde müridleri için bir hanegâh inşa ederek oraya yerleşmişti. Bazen dedesi Osman Sirâceddîn (k.s.)in Tavila’daki makamında ve hanesinde bulunurdu. Orada da bir medrese, hanegâh ve güzel bir ev yaptırmıştır. Kardeşlik, yakınlık ve akrabalık sevgisine önem veren ve bu hususta örnek gösterilen bir kişiydi.

Bu zat Osman Sirâceddîn-i Sani’ye ve onun çevresine büyük bir sevgi ve saygı gösterirdi.

Silsilede emaneti babası Şeyh Bahauddin’den almıştır.

 

44.Şeyh Osman sirÂceddÎn-i sanÎ (k.s)

Doğumu          : Safiabad, miladi 1896 / hicrî 1314.

Vefâtı               : İstanbul miladi 1997 / hicri1417

Mütevazı ve güler yüzlüydü. Kibar ve zarifti. Orta boyluydu. Zahirî ve Batınî ilimlerde çok güçlüydü. Fakirlere yardımı severdi. Kerameti büyüktü. Tıp ilminde büyük başarılar gösteren mübarek bir zat idi.

Bu ulu zat saf ve temiz bir kaynaktan içtiği su ile tarikat bahçesinin azametli bir ağacı olup meyvesi insanlara şifa vermektedir.

Onu gören yüce Allah’ı hatırlar, onunla oturan iman ve takvasının arttığını dünya sevgisinin azaldığını fark ederdi. İşte bu sıfatlar Salih ve Âbid kişilerin işaretleridir.

Makamı dedikodudan, gıybetten, haysiyet kırıcı ve mahremiyeti zedeleyen şeylerden uzak ve temizdi.

Herkesi ibadete, yüce Allah (cc) dan korkmaya, tevbe etmeye, sabırlı olmaya ve Mevla’ya güvenmeye davet ederdi. Âlimlere ve ilim ehline büyük saygı gösterirdi. Konuşması gayet kibardı, sözleriyle kimseyi incitmemeye gayret ederdi. Meclisinde bulunanlara cesaret verir, dertlilerin dertlerini dinler, eziyete katlanırdı. Ona eziyet veren bir kimseye karşılık verdiği görülmemiştir.

Misafirlere yakın alaka gösterir, yeme, içme, yatma gibi bütün ihtiyaçlarını karşılardı. Fakir-zengin, rütbeli-rütbesiz, makam-mevki sahibi ayırt etmeden, akrabası olsun olmasın herkesi bir tutardı. Eli çok açık olup yemez, yedirirdi.

Yüzündeki tatlı tebessüm hiçbir zaman eksilmezdi. Son derece alçak gönüllüydü. Hz. Osman’ın (r.a) huy, ahlak ve hayâ duygusunu taşırdı.

Hasta, malul, akıllı veya deli nice insan, verdiği ilaçlar ve mübarek nefesi ve kabul gören duasının bereketi ile sağlığına kavuşmuştur.

Mensuplarına helal yemelerini, alın teri ile kazanmalarını tavsiye ederdi. Ruhbaniyetten nefret eder, gençlere faydalı ilim öğrenmelerini tavsiye ederdi.

Mensuplarının ticaret, ziraat, sanayi -hangi işi yaparsa yapsın- işlerinde maharet sahibi olmalarını isterdi.

Dedeleri gibi arazi ıslahını, su kaynaklarını temiz tutmayı, meyve ağacı yetiştirmeyi köprü inşa etmeyi, kanallar ve kuyular açıp insanların hizmetine sunmayı çok sever ve bunun için bilfiil çalışırdı. Bu işleri yaparken kendisine intikal eden mürşidlik vazifesini bir saniye aksatmaz, nasihat ve telkin hususunda çok gayretli olup yorulmak bilmezdi.

Ziyaretçilerinin tevbe ve intisab taleplerini bir saniye geciktirmezdi. Böylece İslâm âleminde bütün dikkatleri üzerine çekmişti. Silsile emaneti babası Muhammed Alaiddin’den almış idi.

45.Şeyh mevlÂn hÂlid siraceddin (k.s)

Doğumu          : Safiabad, miladi 1897 / hicri 1315.

Vefatı               : Senendeç, miladi 1997 / hicri 1417

Orta boylu, güler yüzlü, beyaz tenli, mütevazı, tabip, maneviyatı çok güçlü bir zatı âli idi.

Onu ziyaret edenler huzur bulur dönerdi. Mevlânâ Hâlid Sirâceddîn bünyece zayıf takatsiz idi. Hatta annesi babasından Hâlid’in (k.s) gelişmesine dua etmesini isterdi. Mevlânâ Hâlid tarikat ehli, takva sahibi, salih, çekici güzel yüzlü bir evladı resul idi. Bir bakışta insanı tanıyan, zeki, kalb gözü açık biri idi. Mevlânâ Hâlid şair idi. Güzel şiirleri vardır. Resulullah efendimiz hakkında güzel methiyeleri vardır. Yüksek edebe sahip üstün terbiye örneği idi.

Çocukluğu ağabeyi ile geçmiş, ömrü boyunca ağabeyi Muhammed Osman Sirâceddîn’e (k.s) karşı hiçbir kırıcı hareketi olmamıştır. Babası her ikisine de büyük değer vermiştir. Ağabeyi onu çok methü sena ederdi. Şöyle demiştir; ‘Ben Hâlid den bir yaş büyüğüm. O benden on yaş büyüktür.’

Mevlânâ Hâlid’in üstün cazibesi vardı. Her gören onu severdi. İki dönem Halepçe milletvekili olarak Bağdat parlamentosunda milletvekilliği yaptı. Halka hizmeti ve misafiri severdi. Birçok insan evine gider, gerekli alakayı görür, memnun dönerdi.

Mevlânâ Hâlid 1997 yılında bir çarşamba günü hastalığı nedeniyle Ramazan ayının yirmisinde Senendeç’te vefat etmiştir. Cenazesinde büyük kalabalık olmuştur. Arapça, Türkçe, Farsça, Kürtçe biliyordu.

Silsile emanetini babasından almıştır.