Hak Teâlâ (CC), bu sebep ve vasıtaları, beşerin ihtiyarı için yaratmamış, yalnız beşerin ihtiyarına bırakmıştır. Dilerse öğretir, dilerse öğretmez. Bu sebep ve vasıtaları kendi rızasıyla, beşerin çoğalması ve hayâtta kalması için yaratmıştır: Gökleri, yeri, bulutları, yağmur ve benzerlerini yaratmış, buna zıd olarak da etkileyici sebep ve vasıtalar olarak da semâvî kitapları, elçileri, âlimleri var etmiştir.
Bunlardan bir kısmı hissîdir, bir kısmı ise delil ve ispat üzerinedir. Hz. Âdem (AS) ve ailesi, Hz. Havva zamanından bu güne kadar sürüp gelen, babaların sulbü ve anaların rahmi gibi sebep ve vasıtalardan dolayı. Yüce Allah (CC), güçlü Kitab’ın Hac Sûresi’nin 5. Âyet’inde:
“Sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından; sonra tamam ve ayıpsız, nâtamam suretsiz bir halde bir et parçasından yarattık” buyurmaktadır.
Ve yine Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, bir Hadis’inde:
“İçinizden biri yaratılacağı zaman, annesinin karnında kırk gün bir su toplar. Sonra bu su, pıhtı olur. Sonra Yüce Allah (CC) meleğini göndererek mahlûkuna ruh üflemiş olur.” buyurmuştur.
Allah (CC)’ın selâmı üzerine olsun, Hazret-i Âdem’in sulbüne, Allah (CC), dünya üzerinde kıyamete kadar doğacak olan insanlar sayısına yetişecek kadar zerrecikleri emanet olarak koymuştur. Hazret-i Âdem Aleyhisselâm hanımı Havva anamıza yaklaştığında, sülbündeki bir zerrecik, doğacak evlât olarak intikal etmiş olur. O da hanımına yaklaştığında ondaki bir zerre de hanımının rahmine geçmiş olur. Nitekim ârif ve âlim kimseler kitaplarında, müfessirlerin ise tefsirlerinde, meselâ Celâleyn’de bu konu ile ilgili Âyetler’in tefsirinde: “ihbitu” (inin. düşün) İlâhî emri görülür.
İmam Beyzavî ve diğerleri, Âyetler’in tefsirinde yazdıkları gibi, Hac zamanında insanlara ezan okuyan Hz. Îbrahim (AS)’e atfen şöyle derler: Hakk Teâlâ (CC), Hz. İbrahim (AS)’in sesini dinlemiş ve onun sözüyle ezanı kabul etmiştir. Babaların sulbünden ve anaların rahminden çıkanların, kıyamet gününe dek, hacca gitmelerini farz kılmıştır. Ve yine Kur’an-ı Kerim’de:
“Babalarını Nuh’un gemisine yükledik, o vakit sizler henüz onun sulbünde idiniz”
Ve yine Yüce Allah (CC) A’râf Sûresi 172. Âyet’inde:
“Rabb’in Âdemoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demiş ve buna kendilerini şahid tutmuştu” buyurarak, bizlere bir örnek daha vermektedir. Bu ve benzeri Âyet-i Kerimeler, insanların Rabb’lerini bilecek ve O (CC)’nun hâkimiyetini kabul edecek tabiatta yaradılmış olduklarını, temsilen anlatmaktadır. Bazıları da: “Hakk Teâlâ (CC), emanet ettiği zerreleri, âlemin ve sair beşerin sulbünden çıkararak, bunları, insanlara akıl olarak yüklemiş ve bunları yüklenenlerin nefsine şahid kılmıştır” derler.
İmam Beyzavî’nin bu hususa itirazı, bu zerreciklerin insan sulbünde bulunduğu ile ilgili olduğu konusuna değil, Yasin Sûresi’nin 41. Âyetinin tefsirinedir.
Yasin Sûresi, 41-42. Âyet-i Kerime’de:
“Onlara bir delil de soylarını dolu gemiyle taşımamız ve kendileri için bunun gibi daha nice binekler yaratmış olmamızdır” buyurulmaktadır.
İmam Beyzavî, bu Âyet’in tefsirini inkâr etmiştir. Yoksa Yüce Allah (CC)’ın, Âdem’in ve beşerin sülbündeki emanet olarak bıraktığı zerrecikleri değil… Yasin Sûresi’nin tefsirini yaparken, bazı yerleri inkâr etmeden açıklamıştır. Bu konuda birçok Hadis de bulunmaktadır. Bu sûrede bulunan Âyet’te kastedilen mana her gemi için değil, yalnız ve yalnız Nuh’un gemisi içindir, fikrini benimsemiştir.
Bazı kimselerin dediği gibi, ruh ve aklın bu zerrelere asılıp tutunması ve sonra bunların bulundukları yerden yok edilmesi, daha sonra zerrenin çocuğa dönüşünce yine oraya asılıp tutunması tenasühtür. Ve yine bir düşünceye göre: “Ruhun, aklın ve hayatın zerreye asılıp tutunması, insan bünye ve mizacındaki şartlardan ileri gelmektedir. Hayvanî ve nebatî olan iki ruhun ise zerre ile alâkası, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ sözü ile tahakkuk etmiş değildir” görüşü vardır. Bu her iki düşünce de bâtıldır. Tenasüh ile ilgili bâtıl düşüncede şayet ruh, insan vücuduna asılıp tutunduktan sonra diğer bir bedene asılıp kalırsa, şu halde ilk bedene külli ve tamamen uymamış olur. Şayet ruh, ilkten zerreye asılıp kalır, sonra silinip giderse ve sonradan aynı yere ikinci kez asılıp aynı zerreye tutunacak olursa ki, bu mümkün değildir, o vakit ruh, bir diğer zerreye asılıp kalır.
Zira Yüce Allah (CC), ruhu, zerrenin artık bölünmez cüzünün cüzüne asılmadan kalacak özellikte halk etmeye güç ve kudret getirir. Bu ruh, hayvanî veya nebatî olabilir. Hayat şartlarının bünye, mizaç ve ruha uymadığı konusuna gelince; batıl görüşte olan Mu’tezile ve filozofların aksine olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah (CC), bir zerreyi büyüterek bir vücut ve bünye haline getirecek imkâna sahiptir.
İbn-ül Hacer (RA), Fetavi el-Hatime adlı eserinde, hayatın birinci gününde, ruhların Hz. Âdem (AS)’in sırtından bir zerre gibi çıktıkları vakit, Yüce Allah (CC)’ın onlara “Ben Rabb’iniz değil miyim?” sorusunu hitap buyurması ve bunu iki kez tekrarlanması, o vakit ruhlarımızın cesedsiz bulunmakta olduğunu gösterir, demiştir.
Doğrusu şudur ki, sünnet ehlinin ittifakınca, ruh, cesetlere veya cisme yüklenmiş bir vaziyette bulunmaktadır. Bunu bazı topluluklar inkâr etmişlerdir. Hayretimi mucip olan da İmam Beyzavî ve diğer kendi gibi olanların, bu gibilerin düşüncelerine katılmış olmalarıdır. Bazı imamlar, onun hakkında: “Sonradan bu zatın din babında kesin inkârı son bulmuştur” derler.
Her halükârda sünnet ehlinin A’râf Sûresi, 172. Âyeti hakkında söyledikleri ve tefsirleri doğrudur. Âyet, gayet açıktır. Esasen Âyetler birbirini kovalayarak, maksadı açıklar. Bu yüzden bu Âyet’i zâhiren değiştirme zarureti de yoktur. Âyetin zâhirini inkâr etmek ilhattır. Hz. Ömer (RA)’in bu Âyetler hakkında anlattıklarının zâhirine uygun olduğu görülür.
İmam Beyzavî’nin bunu inkâr etmeyerek, aradaki farkın tahakküm ve sarf olduğu anlaşılır.
Allah (CC), hayatın zaruri sebep ve vasıtalarından olan yeryüzünü, insanların geçinmeleri ve yatmaları için yerleşme yeri, gökleri de tavan olarak halketmiş; gündüzü, çalışma arzularının temini için geceyi, uyku ve dinlenme için; güneş ve ayı, zamanlarının bilinmesi ve hesaplarında yanılmamaları için; yıldızları, karada ve denizde karanlık gecelerde yollarını bulmaları için yaratmıştır. Yemeyi ve içmeyi, beslenme için gerekli görüp, hayvanları, meyveleri, ilâçları, yer ve gök arasındaki rüzgârı ve bulutları, kar ve doluyu ve bunun gibi benzer şeyleri, faydalanmak üzere insanlarm emrine vermiştir.
Âyetlerin açıkladığına göre, insanların hareketlerinde, davranışlarında ve ihtiyaçlarının temininde, her türlü afet ve zarardan korunmalarında yardım etmek üzere, Yüce Allah (CC)’ın memur ettiği meleklerin sayısı, gündüz ve gece için 300’er adettir. Bu meleklerin, insanları korumaya, her türlü hayır işlerinde yardım etmeye memur olduklarına dair Âyetler’den başka Hadisler de vardır. Bu Hadislerin bazılarını, İbn-ül Hacer (RA), Fetavil-Hatime adlı eserinde yazmaktadır. Nitekim insanları korumaya hazır melekler, asker vazifesini görmektedir. Askerlerin kumandan ve yardımcıları olduğu gibi, bu meleklerin de başkanları ve yardımcıları bulunmaktadır. Bu koruyucu meleklerin sayısı hakkında değişik rivayetler bulunmaktadır. Hizmet melekleri hakkında Kur’anı Kerim’de Âyetler bulunmaktadır. Yunus Sûresi 21. Âyetinde:
“Onlara de ki: ‘Hile yapanın cezasını vermekte Allah daha çabuktur.’ Elçi meleklerimiz, kurduğunuz tuzakları, hiç şüphesiz, yazmaktadırlar” buyurulmaktadır.
Keza Kaf Sûresi, 18. Âyet’inde:
“Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zapteder” buyurulmaktadır.
Yine Râd Sûresi 11. Âyet’inde:
“Onların ardında ve önünde, insanoğlunu takib edenler vardır. Allah’ın emriyle onu gözetirler” buyurulmaktadır.
İnfitâr Sûresi 10-12. Âyet’inde:
“Oysa yaptıklarınızı bilen değerli yazıcılar, sizi gözetlemektedirler.” buyurulmaktadır.
İnsanlar tarafından davet edilsin veya edilmesin, insanların her türlü ihtiyaçlarında yardıma hazır olan melâikeler vardır ki, yardıma yetiştikleri yere göre deniz melâikeleri, dağ melâikeleri, sahra veya çöl melâikeleri diye adlandırılırlar. Bunlar, ölmüş olan insanlardan oluşan canlı ruhlardır. Bu hususta doğru Hadisler vardır. İmam Nevevî (RA), İzkâr adlı kitabında, keza İbn-i Sünnî’nin kitabında, Abdullah ibni Mesud (RA)’un Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’den naklettiği bir Hadis’te:
“Şayet herhangi birinizin hayvanı geniş ve açık bir yerde elinizden kaçıp kurtuldu mu, yüksek sesle: ‘Ey Allah (CC)’ın kulları! Hapsedin veya kaçana mani olun’ diye iki kez seslenmelidir. Çünkü yer üzerinde Allah (CC)’ın bir men edicisi veya bir hapis edicisi bulunmaktadır. İşte kaçan hayvana o mani olur” buyrulduğunu rivayet etmiştir.
Yine tevatüren bildirildiğine göre, Eshabdan Hz. Sariye (RA), ordusu ile İran Nihavend’inde bulunduğu sırada, İran ordusu, Hz. Sariye (RA)’nin bulunduğu dağın arkasında pusuya yatmıştı. O sırada Hz. Ömer (RA), Medine’de Mescit’te minbere çıkmış hutbesini okurken, birden hutbeyi keserek: “Ey Sariye! Dağ başına, dağ başına” diyerek, kumandanını uyarmış, Hz. Sariye (RA) de bu sesi duymuş ve müşriklere gereken darbeyi vurmuştu.
Keza Ebu Naim, Hilye adlı eserinde açıkladığı bir Hadis’te: “Ümmetimin seçkin kişileri, her asırda 500 kişidir. Ebdalları ise 40 kişidir. Bu beşyüz kişi hiçbir zaman eksilmez. Ebdalden herhangi biri vefat ederse, Yüce Allah (CC), o seçkin kişilerden birini, vefat edenin yerine koyar. Bu seçkin kişiler ve ebdaller, kendilerine zulmedenleri dahi affederler, kendilerine kötülük yapan veya zarar verenlere karşı güzel davranarak ihsanda bulunurlar. Bu zatlar, böylece iyilik ve güzellik yolunda birbiriyle yarışırlar. Bunların tümü, dünya yüzünde bulunurlar.”
İmam Ahmed (RA)’in rivayetine göre: “Bu ümmetin ebdalleri, 30 erkektir. Bunların kalpleri, İbrahim Halil Aleyhisselâm’ın kalbi gibidir. Bunlardan biri vefat edince, Yüce Allah (CC), yerine birini tayin eder.”
Bu Hadis’ten anlaşıldığına göre, kırk ebdalden otuzunun kalbinin Hz. İbrahim (AS)’in kalbine bağlı olduğu işaret edilmekte, diğer on ebdalden söz edilmemektedir. Ne var ki, her iki Hadis birbirine zıd değildir, İbn-i Hacer, Fetavil Hatime adlı eserinde, tasavvuf konusunda yazacağı Hadisler’i toplamıştır. Burada da Teberanî (RA)’nin rivayetinde: “Ümmetimde otuz ebdal var ki, yeryüzü bunlarla ayakta durur; bunlar yağmur yağdırır, insanlara yardımcı olurlar” buyurulmaktadır.
İbn-i Asakir (RA)’in, yazdığı bir Hadis’te, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz: “Şam’da bulunan ebdalin sayısı kırktır. Bunlar yağmur yağdırır, bulutları hareket ettirir. Bunların yardımı ile düşmanlarınıza galip gelirsiniz. Şam ahalisinin üzerine çöken belâ ve musibetleri uzaklaştıran bunlardır” buyurmuştur. Teberanî (RA) de naklettiği bir Hadis’te: “Ebdal, Şam ahalisinde bulunmaktadır. Bunlarla yardım görür, bunlarla mıhlanırsınız” demiştir.
Ve yine İmam Ahmed (RA)’in rivayetine göre: “Ebdaller, Şam’da bulunmaktadır. Bunlar, kırk kişidir. Biri vefat edince, Yüce Allah (CC), yerine diğer birini memur eder. Bunlar yağmuru getirir, bunların yardımı ile düşmanınızı yenersiniz. Bunlar Şam ahalisi üzerinden azap ve mihneti uzaklaştırır” buyurulmuştur.
Keza Celâl, Evliyaların Kerametleri adlı kitabında bu hususu güzelce anlatır. Deylemi (RA)’nin rivayet ettiği bir Hadis’te, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz: “Ebdaller, kırk erkek ve kırk kadındır. Bunlardan herhangi biri vefat edince, Hakk Teâlâ (CC), ölenin yerine kadın ise bir kadını, erkek ise bir erkeği memur eder” buyurmuşlardır. Hadisçi İbn-i Hübbab (RA)’ın rivayet ettiği bir Hadis’te ise Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz ebdal konusuna değinerek: “Dünya üzerinde otuz veya seksenden az veya çok bir kimse bulunmaz ki, bunlarla rıziklanırsınız, bunlarla yardım görürsünüz” buyurmuşlardır.
Beyhakî (RA)’nin rivayet ettiği bir Hadis’te: “Ümmetimin ebdalleri, cennete, amelleri ile girmezler. Onlar, Allah (CC)’ın rahmeti, nefislerinin cömertliği, içlerinin safiyeti ve selâmete erişmişliği, Müslümanlara olan merhameti ile cennete girerler” buyurulmuştur.
Teberanî (RA), El Evsat adlı eserinde rivayet ettiği bir Hadis’te: “Yeryüzü, Halil-ür Rahman’a benzeyen kırk erkekten boş kalmaz. Bunlarla sulanırsınız, yardım görürsünüz. Biri vefat edince, Yüce Allah (CC), diğer canlı olanı ile değiştirir” buyurulmuştur.
İbn-i Adiy (RA) keza, El Kâmile adlı eserinde: “Ebdaller kırk kişidir. Bunlardan 22’si Şam’da, 18’i Irak’tadır. Bunlardan biri vefat ettiğinde, Hakk Teâlâ (CC), başka biri ile yerini doldurur. Yüce Allah (CC)’tan tümünün ölümü emir buyurulunca, işte o saat kıyamet kopmuş olur” buyurulmuştur.
Ebu Naim (RA) ise yine Hilye adlı eserinde rivayet ettiği bir Hadis’te, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in: “Ümmetimden 40 kişi var ki, kalbleri halen dâhi Hazret-i İbrahim (AS)’in kalbi gibidir veya benzemektedir. Yeryüzünde yaşayan insanlara gelecek olan belâyı bunlar savmış olurlar, bunlara ebdal adı verilir. Bunlar, bu ad ve makamı namaz, oruç ve sadaka ile elde etmiş değildirler” buyurmaları üzerine, Hadis’i duyan İbn-i Mesud (RA): “Peki bu makamla bu adı ne ile elde etmişlerdir?” diye sorunca, Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz: “Cömertlikle, Müslümanlara nasihat ve uyarılarıyla elde etmişlerdir” buyurmuşlardır.
Ebu Naim (RA) keza, El Hilye adlı kitabında bir kutbun bulunduğuna dair şu Hadis’i rivayet etmektedir: “Yüce Allah (CC), her bid’ata karşı İslâm ehlini koruyacak, onları bid’attan uzaklaştırıp men edecek, bid’atı zem edecek bir veliyi memur etmiştir. Bunlar, zayıfları bid’attan men edip korumak için Allah (CC)’a güvenerek meclislerde hazır olurlar. Bu gibi işlerde Allah (CC)’a güvenip onu vekil kılmak yeterlidir.”
Tirmizî ve Ebu Naim (RA ecmaîn)’in anlattıkları bir Hadis’te: “Her asır içinde ümmetimden bu yolda yarışçılar bulunmaktadır” buyurulduğunu naklederler. Ebu Naim (RA) ise: “Gelecek asırlarda, ümmetimden yarışçılar bulunacaktır” buyrulduğunu nakleder. Buna benzer pek çok Hadis vardır. Tevatüren gelen bir Hadis’te:
“Yüce Allah (CC), her yüz senede bir kez, ümmetin başına dinlerinin işini yenilemek üzere birini gönderir” buyurulmuştur.
Buharî ile Müslim (RA ecmaîn) Sahih adlı eserlerinde ve diğer eserlerde de birçok yollarla, belki de tevatür yoluyla, birçok Hadis toplamışlardır ki, bunları her Müslüman bilmekte olduğundan, böylece şöhretin doruk noktasına varmışlardır. Nitekim bu Hadisler’den biri de şöyledir: Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz: “Ümmetimden halen bir taife vardır ki, Allah (CC)’ın hak buyruğu gelinceye kadar, hak yolda yürümekten çekinmezler. Bunlar, zâhirîlerdir” buyurmuşlardır.
İmam Buharî, bu zâhirîler hakkında: “Ne var ki bu zümre, ilim ehlidir. Bâtınî ilim ise kanıt ve tanık gerektirmeyecek derecede bellidir. Bir kimse zâhirî ilim sahibi olup da kendisi bir şer işleyip, kutsi cihete yönelmiş değilse, o kimse, Hakk yolunda olmayıp dünya leşinden pay almak için çıkmıştır. Belki de bu gibilerin, dini yıkmak için selef oldukları eski kâfirlerin yerini almak için ortaya çıktıkları düşünülür” demektedir.