Şimdi evliyalar ve kutuplar konusunda söz etmenin iki yararı vardır:
Birincisi: Yukarıda geçen Hadisler’de sayıların birbirini tutmaması, daha önce sözünü ettiğimiz melâikeler konusunda başkanlar, yardımcıları ve subayları gibi değişik seviyede olmaları sebebiyledir.
İkincisi: Değişik Hadisler’de yazıldığı gibi, ebdal konusundaki açıklamalarda, bunlardan bazılarının Mekke-i Mükerreme’de, Şam’da veye Irak’ta olmaları, işlerinin merkezi olarak bu yerlerin imkân dâhilinde olacağı gibi, zatî cisimleri ve mekânları bu saydığımız yerlerden başka yerlerde olsa dahi, diledikleri yer ve mekânda tasarrufları geçerli olur. Bunlar, her yerde hazır ve nazır olurlar.
Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’den sonra gelen dört halife, tahir hanımlarının ve Müslümanların umumi rey ve tasvibi ile kutuplar makamında idiler. Hâlbuki hilâfet ve velayet makamına geldiklerinde, cisimleri Mekke-i Mükerreme’de değildi.
Şunu bil ki! Bazı Hadisler’in açıklamaları birbirini tutmuyorsa da, bunların arasındaki müşterek ifade, tam tasarrufa sahib ölü veye diri olan evliyaların mevcut olduğu ve onlardan yardım istenildiğinde yardımda bulunduklarıdır. Nitekim bu gibi zatları adları ile çağırmanın caiz olduğu, tevatüren gelen haber ve Hadisler’den anlaşılır.
Bu Hadisler, bize delil-i katî olarak sabit olup, şek ve şüpheden uzaktır; bunu hiçbir şey lekeleyip karalayamaz. Bunun aksini söyleyen, ancak kendini herkesten büyük gören, Allah (CC)’ın utandırdığı kötü kişilerdir ki, aklî saplantısı bozuk olup da her şeyi kendine mal etmek isteyen, âlemi ellerinde diledikleri gibi tasarruf etmek isteyen bâtınî memurların mevcudiyetlerinin bulunduğunu iddia edenlerdir. Hakk Teâlâ (CC)’nın güçlü Kitabı’nda: Hızır Aleyhisselâm’ın içine bindiği gemiyi, zâlim korsanın eline geçmemesi için delmesi; daha sonra bir yetim çocuğun vakti geldiğinde hâzinesine sahip olabilmesi için hâzinenin içinde saklı olduğu duvarı örmesi ve sâlih bir kişinin evlâdı olduğu halde, büyüyünce bâtıla yöneleceğinin bilinmesi ile Allah (CC)’ın emri gereği, bir çocuğu öldürmesi gibi gerçeği yansıtan hikâyeler vardır.
Zira bu âlemin bâtınî ve zâhirî yönleri vardır. Âlemin zâhirî nisbetine göre zâhirî memurları vardır ki, bunların filleri, hislerle anlaşılır. Âlemin bâtınî nisbetine göre bâtınî memurları vardır. Bunların fiil ve amellerini, ancak Allah (CC)’ın temiz ve saf kulları hissedebilir. Başkaları bunları hissedebilseydi, yukarıdaki sözü geçen geminin Hızır Aleyhisselâm tarafından batırılacağını, kendisinden başka kimseler de bilirlerdi ve gemiyi batırmasına mani olurlardı. Keza Hızır Aleyhisselâm’ın diğer fiillerine de engel olurlardı.
Allah (CC)’ın özel ve has kullarından olup da İlâhî gizlilikleri bilen bâtınî memurların varlığını inkâr edenler, bu inkârlarıyla Allah (CC)’ın yakınlık alanından uzaklaşacaklarını bilmelidirler. Çünkü bu düşüncede olanlar, hakikati idrak etmekten uzaklaşırlar. Hâlbuki Yüce Allah (CC), üst ve büyük rütbede olandan, en küçük rütbede olana kadar bütün insanlara, fark gözetmeden, bütün incelikleri emreder.
Musa (AS), Yüce Allah (CC)’ın peygamberi ve O (CC)’nun üstün ve güç sahibi elçisiydi. Hatta bazıları onun hakkında, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’den sonra en faziletli peygamber olduğunu söylemişlerdir. Hızır Aleyhisselâm için de bazıları veli, bazıları da peygamberdir, demişlerdir.
İşte yukarıda Musa Peygamber ile Hızır Aleyhisselâm hakkında anlatılan hikâyede, bu kişilerin fiil ve davranışlarından maksadı, insanları irşad etmek ve onlara doğru yolu göstermektir.
Ey kardeşlerim! İnsaflı olursanız, âlemde bâtınî memurların varlığına ve onlardan yardım taleb edilmesine inanarak tam kanaat sahibi olursunuz. Dininizin usul ve kaidelerini, Âyetler’in doğruluğunu anlarsınız. Yüce Allah (CC)’ın vazifelendirdiği bâtınî memurların mevcudiyeti ve onlardan yardım istemen meşruiyeti, İmam Buhârî’nin sahihindeki Hadisler’le açıklanmaktadır. Nitekim Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in gözcü olarak gönderdiği ensardan Âsım bin Sâbit (RA) ve maiyetinde olanların müşrikler tarafından öldürülmesi hikâ-yesi, şöyle anlatılmaktadır:
Âsım bin Sâbit (RA), kalabalığa hitaben: “Ey insanlar topluluğu! Ben, bir kâfir için zimmet sahibi olmaya tenezzül etmem. Ey Allah’ım! İçinde bulunduğumuz durumdan Yüce Peygamber’ini haberdar et!” der. Âsım bin Sâbit (RA)’in bu dua ve yalvarışı üzerine, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, Âsım bin Sâbit (RA) ve maiyetindekilerin öldürülüp öldürülmediğini anlamak için Kureyş’den bazı kimseleri göndermiş ve eğer öldürülmüş iseler, ölüm olayının isbatı için onlara ait birkaç eşyanın getirilmesini istemişti. Çünkü Âsım bin Sâbit (RA), kâfirlerin ileri gelen büyüklerinden birini öldürmüştü. Yüce Allah (CC), Âsım bin Sabit (RA)’e erkek arılardan bir bulut göndererek, onu dört bir yandan sarmış, böylece müşrikler ona yaklaşamadığı gibi, ondan ufak bir parça dahi kesip koparamamışlardı. Bu sebeple Âsım bin Sâbit (RA), Allah (CC)’a yalvararak yardım istemiş, Cenab-ı Hakk (CC) da duasına icabet etmişti.
Bir kimsenin bulunduğu yerden ne kadar uzakta olursa olsun, gaibin kendisini çağıran sesini duyması mümkündür. Bu, Hazret-i Ömer (RA) ile Sariye (RA) arasında oluşan seslenme gerçeğine benzemektedir.
Hayret edilir ki, Allah (CC)’a ve Müslümanlara düşman kâfirlerin bazıları, Yüce Allah (CC)’tan, seslerini uzaklara duyurmak için bir alet icad etmeleri konusunda yardım istemişlerdir. Bu alet vasıtasıyla, çok uzak mesafelere seslerini duyurmak imkânını bulmuşlardır. Bir kimse bu olayı inkâr ettiği takdirde, inkârcıya, koyu cahil damgası vurulur. İnsanlar icad ettikleri vasıtalarla uzak mesafelere seslerini duyurdukları halde, kudret ve imkânı her şeyin üstünde olan Yüce Allah (CC)’ın evliyalarına ve sâlih kullarına bâtınî aletler vasıtasıyla seslerini dilediklerine duyurmak imkânı vermesinin inkâr edilmesi, çok şaşırtıcıdır. Bu gibilerin görecek gözleri olmadığı gibi, duyacak kulakları ve hatta anlayacak kalbleri de yoktur. Bunlar, tıpkı, sağır olup kendi sesini tanımayan kimselere benzerler. Fakat şu bir hakikattir ki, batınî meydanların genişliği, zâhirî darboğazların kat kat üzerindedir. Zâhirin bâtın ile farkı, âdemin (yokluğun) varlık ile farkına benzer.
Ulu kimseler vefat etseler dahi, gerçekten canlı kalırlar. Bunları çağırmak ve yardımlarını istemek, caizdir. Bedenleri çürümez, ruhları asılı kalır. Sünnet ehli böyle düşünür. Bu hususta gayet açık Âyetler ve Hadisler vardır. Ruhların ölmeyip bâkî kaldığı, bütün Müslüman milletlerin âlimleri tarafından ittifakla kabul edilmiştir.
Hadis kitaplarında özellikle Sahih-i Buharî’de buna misal olarak şunlar yazılıdır: Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, Bedir savaşında şehid olanlara hitaben: “Rabb’inizin sizlere vaad ettiklerini gerçekten buldunuz mu?” dediğinde, Eshab-ı Kiram’dan Nâfî, Abdullah ve diğerleri, Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’e: “Ey Allah’ın Resulü! Sen, ölmüş kişilere mi sesleniyorsun?” diye sorduklarmda, Efendimiz onlara: “Siz, söylediklerimi onlardan iyi duyamazsınız” buyurmuşlardı.
İnatçı ve inkârcı olan bir kişi, bu Hadis’in doğruluğunu kabullenmeyebilir ve Yüce Allah (CC)’ın kitabında, Fatr Sûresi 22. Âyet’te buyurulan:
“Sen kabirlerde bulunan ve ölü gibi olan kâfirlere söz işittiremezsin” İlâhî ke-lâmına da karşı çıkar.
İnkârcılara cevabımız şöyledir: Bu Hadis’i bizlere nakleden âdil, güvenilir ve sözleri makbul olan bir zatdır. Bu Hadis’te “esselâmü aleyke” sözcüğü, Arapça’da canlı olan, hemen yakınımızda bulunan kimseye hitap tarzıdır. Her Müslüman erkek veya kadın, namazlarında tehiyyat sırasında: “Esselâmü aleyke eyyühen-ne- biyyü ve rahmetullahi ve berekâtühü” demekle, ölmüş olan gaibe, hayatta imiş gibi selâm vermektedir. Bu selâm, her namazda vacip olmuştur. Ne hikmettir ki kişi, kıldığı her namazda, insan dilinin akan bir su gibi ne hikmet olduğunu bilmeden Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’e salât ve selâm verdiği halde, âlimlere ve evliyalara dil uzatan bu inkârcılar, bu ciheti nasıl açıklayacaklardır? Biz, münkirlere karşı, bu ciheti şöyle manalandırırız: “Ya Abdülkadir Geylânî!” diyerek noktalarız.
Bütün Hadis kitapları, sahihler, fıkıh, mezhep kitapları, bir kimsenin ziyaret maksadıyla kabristana girdiğinde:
“Sizlere selâm olsun ey müminler diyarının evi. Sizler, bizleri geçtiniz, bizler de sizlere imanlı olarak yetişeceğiz, Sizlere, Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed, O’nun Resulü’dür diyerek, Allahaısmarladık diyeceğim”
İşte kabristandaki ölülere selâm, eskiden beri böyle verilmektedir; bu türlü hitap, herkesçe bilinmektedir ve bilinmesi de zaruridir. Bu türlü hitap, bize, ölenlerin yaşadığına delâlet etmektedir. Hakk Teâlâ (CC)’nın yüce Kitabı’nda buyurduğu gibi: “Sen, kabirde olan sesleri duyamazsın” Âyet-i Kerime’sinin tevilinde: “Sen, bir ölüye hitabettiğinde, senin kelâmın onlara gitmez. Yalnız Yüce Allah (CC), senin konuşmanı vasıta kılarak, ona duyurur.” Yüce Kitab’ın Neml Sûresi 81. Âyetinde:
“Sen, ancak Âyetimiz’e iman edip, inananlara Kur’an’ı dinletebilirsin” buyurulmaktadır.
İster gaib (ölmüş), ister canlı olsun, enbiya ve evliyalara seslenmek ve yardım istemek, iki hafızın (El Cezerî ve Siyûtî) ve Teberanî (RA ecmaîn)’nin rivayetlerinde mevcuttur ve bu rivayetler de bizlere yeterlidir.
Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, hayvanını boş ve geniş arazide elinden kaçıran adama: “Ey Allah’ın kulları hapsedin, hapsedin!” diye seslenmesini emir buyurmamış mıydı? Ve yine rivayete göre, bir kimse yardıma ihtiyaç duyunca: “Ey Allah’ın kulları! Bana yardım edin” diyerek birkaç kez seslenilmesini emir buyurmamış mıydı? Burada “Ey Allah’ın kulları” sözcüğünden maksat, ölmüş veya canlı yani gerek beşer ve gerekse melâike olsun, sâlih kişilerdir.
“Nur-ül İnsaf fî Keşf Zulmihil-hilâf” adlı eserde, İbn-i Asakir’in yazdığı bir tarih kitabında, İbn-ül Cevzî’nin Mesiril Garam adlı eserinde, keza İbn-i Neccar’ın da gösterdiği ve sağlam senedlere dayanan bir Hadis’inde ve Semanî (RA ecmain)’nin, Hz. Ali (KV)’den rivayet ettiği bir Hadis’inde: “Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in ahirete teşrifinden üç gün sonra bir çöl adamı yanımıza gelerek, kendini Efendimiz’in kabr-i şeriflerine atmış, dövünüp ağlayarak şöyle konuşmuştu: ‘Ey Allah’ın Resulü! Bizlere bir şey söyledin, bizler seni dinledik. Allah Sübhane ve Teâlâ ne indirmiş ise iman ettik. Sana indirilen şu Âyet’i duyduk. Ben, nefsime zulmettim. Bu suçumu bağışlaman için huzuruna geldim’ diye sızlanınca, kabirden: ‘Suçun bağışlanmıştır’ diye bir ses duyulmuştur.” Burada bahsi geçen Âyet, Nisa Sûresi, 64. Âyet’idir. Bu Âyet-i Kerime’de Yüce Allah (CC):
“Biz, her peygamberi ancak Allah’ın izniyle itaat olunması için gönderdik. Onlar kendilerine zulüm ettiklerinde (yazık ettiklerinde), sana gelip Allah’tan yarlığanma dileseydiler ve peygamberleri de onlar için mağfiret dileseydi, elbette Allah’ı tevvab ve rahim bulurlardı” buyurmaktadır.
Bu sebeple Müslümanlar, önemli ve zorlu işlerinde, Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’e sığınmaya tevessül ederlerdi. Yine nakledildiğine göre, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in kızı Hazret-i Zeynep (RAnha), Hazret-i Hüseyin (RA)’in şehid edildiği ve defnedildiği yerden geçerken son derece duygulanmış ve şöyle feryad etmişti: “Ya şerefli babacığım! Seni, göklerin melekleri selâmlayıp anıyor. Fakat torunun Hüseyin, al kanlar içinde, bu topraklarda yatıyor.” İbn-ül Esir El Cezrî, El Kâmilü Fit-tarih adlı eserinde, bu olayı geniş bir şekilde, bütün teferruatı ile anlatıp: “Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in mübarek kızları, içinden gelen bu feryad ile kıymetli babalarına, torunu Hazret-i Hüseyin (RA)’in durumunu şikâyet etmiş ve kendilerinden yardım taleb etmişti. Bu durumdan Yüce Allah (CC), sevgili Peygamberi’ne ikdam etmiş, kısa bir zaman sonra da O’nun düşmanlarını dağıtıp parçalamıştı” diye açıklamıştır.
Keşşaf adlı eserde, Yüce Allah (CC)’ın kelâmı olan Mâide Sûresi, 35. Âyeti’nin anlamı şöyle açıklanmıştır:
“Ey inananlar! Allah’tan sakının ve O’na ulaşmaya vesile arayın”
Burada vesile demekle, bir sebep ve vasıta kast olunmaktadır. İster Peygamberler, ister elçiler olsun, hepsi daha Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz doğmadan evvel tevessül etmişlerdi. Bu husus güvenilir kaynaklardan, bahusus Hadisçi Hâkim tarafından doğru bir senedle ve Hz Ömer (RA)’den nakil ile şu Hadis’te anlatılır: “Âdem (AS), Allah (CC)’ın buyruğu hilâfına hareket ettiğinde, Yüce Allah’a yalvarırken: ‘Muhammed hakkı hürmetine beni bağışla’ diye hitab edince, Yüce Allah: ‘Ey Âdem! Sen Muhammed’i nerede ve nasıl tanıdın? Biz, henüz onu yaratmadık’ buyurmuştu. Âdem (AS) ise şöyle cevap vermişti: ‘Ey Rabbim! Beni iki ellerin arasında yaratıp ruhundan üflediğin vakit, başımı kaldırdığımda, arşın direklerinde Lâ ilahe illallah, Muhammeden Resulullah yazısını gördüm. Yüce adının yanına, en çok sevdiğin yaratacağının adını koymuşsun; işte bu vesile ile Muhammed’i tanıdım.’ Hakk Teâlâ, bu sözlere karşılık: ‘Ey Âdem! Doğru söyledin. Zira O, yaratacaklarımdan en çok sevdiğim zattır. Mademki O’nun hak ve hürmetine bize başvuruyorsun, seni affettim. Şayet Muhammed olmasa idi, seni yaratmayacaktım” buyurmuşlardır.
Taberanî (RA), bu Hadis’e bir ilâve yaparak: “Bu, peygamberlerin en sonuncusu-dur” diye tamamlamıştır. Nitekim Yüce Allah, Bakara Sûresi 37. Âyeti’nde:
“Artık Âdem, Rabb’inden birkaç kelime telâkki etti. Bunun üzerine Allah da tövbesini kabul buyurdu, şüphesiz O, tövbeleri kabul eden ve merhametli olandır” buyurmuştur.
Allah’ın rızası üzerine olsun, gerek İbn-i Abbas ve gerekse İmam Beyzavî’nin tefsirinde bazı Hadisler’e yapılmış olan ilâvelerin bir sakıncası olmadığı, sonuç olarak aynı vakıayı anlattığı anlaşılır.
Ve yine Tirmizî ve Nisâî’nin dualarında ve Beyhakî’nin (RA ecmain) rivayet ettiği bir Hadis’te: “Âmâ bir kişi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’e gelerek, gözlerinin şifa bulması için Allah’a dua etmesi talebinde bulunur. Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz: ‘İstersen dua edeyim, istersen sabret; senin için daha hayırlı olur’ buyurduklarında, âmâ kişi, Allah (CC)’a dua etmesini tercih ettiğini söyler. Efendimiz, âmâya dönerek: ‘Şimdi sen git, güzelce bir abdest al ve Allah’a: ‘Ey Allah’ım! Sana döndüm, Rahmet sahibi Peygamberinle birlikte sana yöneldim. Ey Muhammed! Hacetimin görülmesi için seninle birlikte Rabb’ime yöneldim’ diyerek dua ve niyazda bulun’ der ve sonra Resulullah Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle dua ederler: ‘Yüce Rabbim! Benim şefaatim hakkı için bu kulunun isteğini kabul et’ der. Âmâ adamcağız, ayağa kalktığında, görmeye başlar.”
Bütün bunlardan, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’i vasıta etmek suretiyle dua yapıldığı takdirde, Yüce Allah (CC) tarafından icabet edileceği anlaşılır. Kişi dua ederken, Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in adını zikretmelidir.
Teberanî, El Evsat-ül Kebir adlı kitabında, Enes Bin Mâlik (RA)’den şu Hadis’i rivayet eder: “Esed kızı Fatıma vefat edince, Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz yanına girerek başucuna oturur ve: ‘Ey annemden sonra benim ikinci annem! Allah’ın rahmeti üzerine olsun’ diyerek, onu, güzel sözlerle anar. Ve onu, çöl Araplarının giydiği siyah renkte dokuma kilime benzer bir elbise ile kefenledikten sonra Usame bin Zeyd’i, Eba Eyyüb el Ensarî’yi, Hattab oğlu Ömer’i (RA ecmaîn) ve siyahî bir çocuğu davet ederek mezar kazmalarını emir buyurur. Çukur kazılınca, bizzat kendileri çukura iner, mübarek elleri ile içeride kalan toprakları dışarı atar. Bu iş son bulunca, mezarın içine uzanarak: ‘İnsanları canlandıran ve öldüren Yüce Allah, her zaman canlı ve ölümsüzsün. Benim annem Esed kızı Fatıma’nın suç ve günahlarını bağışla, gufranına kavuştur, gireceği mezarı geniş tutmanı benim ve benden önce gelen peygamberlerinin hak ve hürmetine kabul et. Çünkü Sen, merhametlilerin en merhametlisisin’ buyurduktan sonra cenaze namazını dört tekbirle kıldırır ve kendileri ile yakın ashabından Hazret-i Abbas (RA) ve Ebubekir Sıddık (RA) ile birlikte Hz. Fatıma (RAnha) annemizi mezarına yerleştirirler. ”
Sahih-i Buharî’de anlatılan bir Hadis’te: “Saralı bir kadın, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’e gelir ve şifa bulması için Allah’a dua etmesi ricasında bulunur. Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz: ‘Şifa istiyorsan, dua eder, seni şifaya kavuştururum; sabredecek olursan, cennete girersin. Hangisini tercih edersin?’ buyurduklarında; kadın, sabredeceğini, yalnız sara tuttuğu vakit edep yerlerinin açılmamasını istediğini, bu konuda dua etmelerini rica eder. Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem de duada bulunurlar.”
İmam Buharî’nin Sahih’inde, Nübüvvet’in iz ve işaretleri hakkında, Cüneyd bin Abdurrahman (RA)’dan naklen şu Hadis anlatılır: “34 yaşında bulunan Said bin Yezid (RA)’i sağlam ve dinç bir halde gördüm ve bana: ‘Benim göz ve kulağımın sağlamlığının neden ileri geldiğini biliyor musun? Bu, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in duasının eseridir. Bir vakit teyzem beni alarak kendilerine götürdü ve şikâyetimi söyleyerek dua buyurmalarını istedi. Efendimiz de dua buyurmuşlardı’ dedi.” Diğer bir Hadis’te, aynı olay, bir ilâve kısım ile şöyle anlatılır: “Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, benim için dua ettikten sonra mübarek eliyle başımı okşayıp sildi, sonra namaz abdesti almaya kalktı, ben de onun abdest suyundan içtim. Sonradan arkalarına geçtim, bu sırada iki omuzu arasındaki nübüvvet mührünü görmüştüm.”
Buharî ise Sahih’inde Hâkim’den naklen şu Hadis’i anlatır: “Ebu Cuhayfe’den duyduğuma göre, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, sıcak bir günün öğle vakti şehir dışındaki sazlık ve ovalık bir yere çıkmıştı. Önce abdest alıp öğle namazını, daha sonra da ikindi namazını kılmıştı. Yanında dişi bir keçi bulunuyordu.” Ebu Cuhayfe (RA)’nin oğlu Avn, babasının bu Hadis’ine şu ilaveyi yapmıştır: “Efendimiz namaz kılarken yoldan geçenler, keçinin arkasından geçip gidiyorlardı. Bu sırada namazdan kalkanlar Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in elini tuttuktan sonra elleriyle yüzlerini elliyorlardı. Ben de onun elini tuttum, yüzüme dokundurdum. Yüzüm kardan daha soğukmuş gibi bir his duydum, kokusu da miskden daha güzeldi.”
Bu Hadis’ten, sâlih ve ermiş kişilerin ellerini öpmenin, teberrüken o kimseden yardım istemenin caiz olduğu anlaşılmaktadır.
Vefat etmiş olsun veya yaşıyor olsun, sâlih kişileri vasıta kılarak yardım istemek, şeriatça hatta Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in buyruğu ile sözlü ve yazılı olarak caiz olup, Eshab-ı Kiram’ın da buna uyduğu, onlardan sonra zamanımıza kadar geldiği açıktır. Bu konuyu ancak, nefsine uyup sapıklığa yönelenlerin inkâr edecekleri bellidir. Zaten bir münkirin iz ve işareti yüzünden okunur.
Allah (CC)’tan gayrı bir kimseye dua etme! Hakk Teâlâ (CC) bu hususta, güçlü Kita-bı’nın A’raf Sûresi’nin 194. Âyet’inde:
“Allah’tan başka taptıklarınız yok mu, onlar da sizin gibi kullardır…” buyurulmuştur.
Biz deriz ki, anlattıklarımıza asla itiraz etmeyin. Bu konularda birçok Âyet ve Hadisler bulunmaktadır. Zira Allah (CC)’tan başka hiç kimse bizatihi müessir olamaz. Bizler, küfredenin küfrünü biliriz. Aradaki fark, bir şahsın şefaatçi veya bizzat müessir (etkileyici) olmasıdır. Burada duadan maksat, ibadettir. Zira Allah’tan gayrı bir varlığa ibadet, küfr ve şirktir.