Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla,
Bizleri imanlı kılan, şükür ve ihsanı öğreten, kullarını salih kişilerin yolu olan doğru yola yönelten, bizlere hidayet yolunu göstermese hiçbir vakit hidayete erişmemiz mümkün olmayan, azametli, dilediğine fazilet veren Yüce Allah (CC)’a hamdü senalar eder, Allah (CC)’a ortaklık isnad edenler kerâhat duysalar dahi, bütün dinlerin üstünde olan İslamiyet’i ve O’nun mü’min kullarını karanlıklardan aydınlığa kavuşturan bir tek Allah (CC)’ın hak padişah olduğuna ve yine bütün insanları hidayete yöneltmek için gönderilen rehberimiz ve önderimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin Hak Peygamber olduğuna şehadet ederim. O’nun yüce izni ile dua eder, Rabbi’nin rızasını almış sevgili kulu ve Peygamberi Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e göklerden O’na vahiy getiren emin meleğine, âline ve eshabına, müzminlerin anaları olan tahir ve salih eşlerine salât ve selâmlar olsun.
Ey ikram ve Celâl sahibi olan Yüce Allah! Senin yüce Azametli Ulûhiyetine, Zatının tek olduğuna, sıfat ve fiillerinin şanına, gerçek güzel adlarının tümüne, kendine en yakın kıldığın ve en çok sevdiğin kulunun hak ve hürmetine, sağlam bir kulpa tutunmuş olanların hak ve hürmetine, Makamı Ahmediyye’yi senin inayetinle elde eden Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem hakkı için beni hayırlı kılmanı, öldüğümde suç ve günahlarımın affını, sana ve sevgili Peygamberine severek bağlı kalacağıma, mü’minlere nasihatta ve uyarıda bulunacağıma, beni takva sahibi kimselere imam kılmam, başlangıçta salih kimselere ihsan buyurduğun gibi bütün işlerimde beni güzel ve hayırlı kılmanı, kıyamet gününde seni seven toplumlar içinde ve onlarla birlikte mahşer yerinde haşr etmeni, bizleri ve bütün Müslümanları bu müjde ile müjdelemeni senin yüce varlığından dilerim, Allah’ım… Âmin.
Ben Allah (CC)’in hakir ve fakir kulu Muhammed Osman Siraceddin Nakşibendi, bin Şeyh Muhammed Alaeddin ibn. Şeyh Ömer Ziyaeddin, ibn. Şeyh Osman Siraceddin El Hüseynî (K. S. Ecmaîn). Beni ve bu şeriat üzerine kurulmuş ailenin geçmişini yine bu aileyi sevenlerin ısrarı üzerine onlara hayatımdan bir nebze ışık tutmayı ve bu tarikatın değerli mensupları olarak görmekle şereflendiğim bazı büyüklerimin hal ve durumlarını ve onlar hakkında tevatüren de edindiğim haberleri vazife bildim. Büyük dedem Şeyh Osman Siraceddin (K.S.) bu ulu tarikatı asrının büyük bilgini, zamanının kutbu, Zül Cenaheyn lâkabı ile anılan Şeyh Mevlâna Halid-i Bağdadî (K.S.) Hazretlerinden halef olarak almıştır. Allah (CC) gizliliğini takdis etsin, rahmetli babam, dedem Şeyh Ömer Ziyaeddin (K.S.)’in tavsiye ve işareti ile adımın Osman Siraceddin konulmasını münasip görmüştü. Dedem babama gönderdiği bir mektupta: “Hanımını gördüm, elimi üzerine kaldırınca Şeyh Osman Siraceddin’in ruhu hazır oldu, elimi tutarak bana: ‘Ey Ömer! Sakın onu üzme, onu incitme, onun hal ve davranışlarını ben düzelttim’ dedi. Ben de ona: ‘Peki, sana feda olsun’ diye cevap verdim” dedi. Yine babama: “Eşin hayırlı ihsan ehlinden olup saliha bir kadındır. Sana bir erkek evlât dünyaya getirecek, onu benim adımla adlandırın. Zira bu çocuk ecdadının güzelliklerine sahip olacağı gibi tarikat adabının da bakî kalmasına sebep olacaktır. Şimdiki ilk gebeliğinden sana bir kız evlât, ikinci gebeliğinden de sana bir kız evlât verecek, üçüncü gebeliğinden ise sana bir erkek çocuk doğuracaktır” demişti. İşte üçüncü doğan evlâdı bendim.
Evet dedemin buyurduğu doğru çıkmış iki kız çocuğundan sonra annem beni doğurmuş ve adımı Muhammed Osman Siraceddin koymuşlardı. Bu olayı babam bana anlatmıştı. Dedemin bu olay hakkında yazıp babama gönderdiği mektubu babamın vefatına kadar yanımda saklamıştım. Bu olay halk arasında da duyulmuştu.
Ben 1314 Hicrî yılında dünyaya geldim. O vakitler dedem Şeyh Ömer Ziyaeddin hayattaydı (K.S.). Beni çok severdi. Hatırımda kaldığına göre onun meclisinde birkaç kez oturmuş konuşmalarını dinlemiştim. Bir gün beni kucağına alıp göğsüne bastırarak ağzımdan öpüp ağız suyundan bir damla ağzıma akıtmış ben de bunu yutmuştum. Bu olayı bugün gibi hatırlamaktayım. Daha sonra 1318 Hicrî yılında ölüm komasına girdiği bir sırada temiz ruhu bu dünyayı terk etmeden önce babamın ve merhum Muhammed Bahaeddin’in oğlu Şeyh Muhammed’in göğsüne yaslanmıştı. Orada bulunanlar büyük bir keder ve acı içinde ağlamaktaydılar. Kendisi bitkin bir durumda son nefesini vermek üzere iken çok açık ve anlaşılan bir dille: “Benim için üzülmeyin ve korkmayın. Ben Allah’ın izni ve gücü ile hayatta olduğum gibi öldükten sonra da sizlere ve müritlerime yardımda bulunacağıma emin olmanızı isterim” buyurmuştu.
Babamdan duyduğuma göre Şeyh Ziyaeddin (K.S.) Hazretleri son nefesini verirken Al-i İmran sûresinin 169-170. ayetini okumuştu:
“Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın, bilakis Rab’leri katında diridirler, Allah’ın bol nimetlerinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar, arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere, kendilerine korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler.”
Merhumun bu ayeti tilâvetinin maksadı; etrafında keder içinde toplanan yakınlarına tesellide bulunmak, korkmamalarını temin etmek, kendisinin de Yüce Allah (CC) katında şehidler gibi rızıklanacağı müjdesini bildirmekti. Aile fertlerinin bu zatın vefatı ile ortaya çıkan üzüntüleri ve acıları; iki oğlu olan Alâeddin ile Necmeddin’in irşad basamağına varmaları ile az da olsa hafiflemişti. Nitekim vefat ederken okuduğu ayetle bu zat kendisinden sonra gelecek olan haleflerine korkmadan ve çekinmeden bu ulu tarikata bağlanmalarını ve bu yoldan ayrıl-mamalarını tavsiye ve işaret etmektedir. O’ndan sonra gelenler tarikata sıkıca tutunarak geçmişin büyükleri gibi yollarına devam edip şeriata hizmette bulunmuşlardır. Yukarıdaki ayeti göstererek Allah (CC)’m velilerinin ve nefisleriyle cihad edenlerin Allah (CC) katında şehitler gibi canlı kalacaklarına ve rızıklanacaklarına işaret etmişlerdir. Bu ayetin anlamı yalnız bu yöne inhisar etmez. Allah (CC)’ın buyruklarına harfiyen riayet edip vakitlerini nefisleriyle cihad ederek tüketenler şehit sayılmaktadır. Nitekim Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz nefisle cihada büyük cihad adını vermiştir. Gerçek şudur ki bu türlü cihad hakikatinde düşmanla savaştan daha şiddetli ve sürekli olmaktadır. Nefis insan tabiatı içinde gözle görülmeyen, insanın bizatihi düşmanı olan sinsi bir nesnedir. Nefisle cihad kişi ölünceye kadar sürer. Bunun hile ve hainliğinden kurtulmak çok zor bir iştir. Ne var ki bu büyük mücahedeyi yaptıktan sonra nefis huzur içinde Rabbi’ne teslim olur, her şeye rıza göstererek yoluna devam eder. Burada velayet başlar. İbadet eden şu hitapla karşılaşır: “Ey ruh! Rabbin senden hoşnud, sen Rabbinden hoşnud olarak Rabbine dön. Cennetime gir.” Bundan sonra şeytanın bunlar üzerine tasallut ve hükmü kalmaz. Bu suretle nefisleri ile cihad edenleri melekler savaş alanında şehid olanlar gibi karşılarlar.
Allah (CC)’ın bana verdiği nimetlerden biri de babamın benim yetişmem ve terbiyem için gösterdiği yakın alâka ve himmetti. Beni gayesi belirli manevi bir terbiye için ve kendisinin öğrenip izlediği İslâmî ilimleri öğrenmem için bir dini okula soktu. Dilediği terbiyeyi almam Kur’an ilimlerini kazanıp öğrenmem için bir an bile tereddüde düşmemişti. Okulda ne öğretilirse onu adam akıllı ezberlememi ister, özellikle büyük şöhret sahibi olan Devrud ve Biyara medreselerinde talebeler arasına karışmamı ister, onların arasında yaşamak için beni cesaretlendirir, hayatın zorluklarına ve katılığına alışmamı tavsiye ederdi. Böylece tarikatta ve tahsil hayatında kardeşim Mevlâna Halid’le bir hayli bilgi ve ilim sahibi olmuştuk. Allah (CC) sırrını takdis etsin, rahmetli babam, tarikattaki kaabiliyet ve istidadımı ve İlâhi muhabbet yolu olan tasavvuf yolunda ilerlediğimi görünce, zikir ve hatim halkalarına katıldığımı anlayınca, son olarak bana tarikatın adab ve usûlünü, riyazat ve zahitliğin ne sonuçlar vereceğini açıklayınca bunlara karşı rağbet ve hevesim artmıştı. Pederimin bana üstün teveccühü yüzünden bu kitapta anlatılamayacak ve satırlarının alamayacağı hayret edilecek şeyler görmeye başlamıştım.
Teberrüken hatırladığıma göre bir gün hatim esnasında otururken babam yanıma gelerek ayakta olduğu halde yüzüme şiddetle üfler üflemez oturduğum yerden aniden bir miktar yükselip tekrar oturduğum yere düştüğümü bugün gibi hatırlamaktayım.
Keza bir başka sefer muhterem pederimin kuvvetlice bir nazarıyla, iki ayrı kişi durumuna geldiğimi hayretle gördüm. Bu şahıslardan hangisi olduğumu anlayamamıştım.
Bir başka sefer, yine mübarek nazarları ile dikkat ve ısrarla yüzüme bakmış olduğundan, kendimden geçip, bayıldım. Bu halet içinde, büyük bir çardak görüp, içine girmek istedim. Çardağın yanında yüksek bir minare bulunuyordu. O sırada bir köpek çardağa girmeme mani olmak isteyerek, üzerime atıldı. Köpek ile boğuşmaya başladım, sonunda köpek ölmüş ve ben de minareye çıkmıştım.
İşte bunun gibi pek çok şeyler görmüştüm. Bundan sonra, babamın gösterdiği tarikat usul ve yolu üzerinde riyazata başladım, bir yıl müddetle, mürşidim olan babamın buyruğu ile ağzıma ekmek ve sudan gayri hiçbir şey koymadım.
Bir müddet sonra lütuf ve inayette bulunarak, bir mektup yazıp elime verdi ve beni Devrud’a gönderip oradaki ev ve hanegâhın idaresine bakmamı, orada okuyan müridlerin yönetim işi ile uğraşmamı istemişti. Bu mektup bu gün dahi yanımda bulunmaktadır. Mürşidim olan babama minnetim ve borcum çoktur. Her zaman tarikatın edeb ve saygı makamım dikkatle kolluyordum. Seferde ve hazarda babamın bulunduğu ev veya dinlenmek için uğradığı bir yerde uyumuş olduğumu hiç bir vakit hatırlamıyorum. Çocukluğumdan beri herkesin fark edebileceği şekilde babama karşı tam bir itaat ve edeb ile hareket etmiş, onun rızasını almak ve kalbini kazanmak için büyük cehd ve gayret göstermiş idim. Onun temiz gönlünü bulandıracak bir şey yapmadığım gibi, onun oturduğu bir mecliste dahi oturmamıştım. Kendilerinde bir yorgunluk veya bir durgunluk hissettiğimde daima susmayı tercih etmiştim. İşte bir müridin mürşidine karşı üzerine vacip olan edeb ve terbiye neyse onu yapmıştım.
Ulu dedem Şeyh Ömer Ziyaeddin (K.S.) daha evvel de sözünü ettiğim gibi bana geleceğim hakkında bir takım müjdeli işaretler vermiş idi. Dört yaşıma basmadan önce, bana ve kardeşim Mevlâna Hâlid’e hitab eden el yazısı ile yazmış olduğu bir mektup göndermişti. Bu mektubu bu güne dek muhafaza etmekteyim. Bu mektubun metnini onun hatırasına teberrüken ne eksik ve ne de fazla bir şey eklemeden sizlere takdim edeceğim. Ayni zamanda bu mektup babamın yolculuktan dönüşü münasebeti ile yazılmıştı. Mektup şöyledir:
“İki gözüm baba Şeyh Osman Siraceddin ve Muhammed Halid! Sizlerin gözlerinizden öper, Cenab-ı Hakk’tan hayırlı uzun ömür niyaz ederim. Kalbinizin de şeriat ve tarikatın nuruyla nurlanmasını dilerim. Hakikat makamına hayırlarla ulaşın. Fatıma, Âmine ve Suveybe’nin gözlerinden öper, iffetli mürşide hanıma selâm ve hürmetimi keza kızım Nurican hanıma selâm ve sevgilerimi sunarım. Alâeddin’in seferden sâlimen döndüğünü görüp bu haberi bana duyurduğunuzdan, Allah (CC)’a hamd-ü senada bulundum. Nitekim onun sâlimen döndüğünü Cenab-ı Hakk bana sizlerden önce bildirmişti. Onu görmek ve onunla buluşmak isterim. Fakir bendeniz Emir Nizamca işiniz hakkındaki hususu bildirdim ve ona üç ay yirmi gün önce Lutfulla Molla’yı gönderdim. Bu güne dek maaşlardan ve köylerin tahsisatına dair hiç bir naber alamadım. Allah (CC)’ın takdirine karşı ne bekleyeyim.”