euzubesmele

Büyük dedem Şeyh Hazret-i Siraceddin (K.S.) bu fâni dünyadan göç edip Rabbi’nin rahmetine kavuşunca, büyük oğlu Hazret-i Şeyh Bahaeddin (K.S.) Tavil’deki makamına geçmişti. Bir zaman sonra kardeşi Şeyh Ziyaeddin (K.S.) Hazretleri de Biyara köyüne taşınmıştı. Orada bir hanegâh ve şöhreti her tarafa yayılan din ilmi gören talebeler için Biyara Medresesi’ni inşa etmişti. Dinî ilimleri izleyen talebelere, müderris olarak merhum Molla Abdulkadir’i tayin etmiş, talebelerin iyi bir suretle yetişmesi için bu zatı kızlarından biriyle evlendirerek kendisine damat edinmişti. Bu zat da bundan sonra kendini ilme ve talebe yetiştirmeye vermiş, bu yolda hizmet etmişti. Dinî ve şer’i ilimleri talebelerine öyle güzel öğretmiş ve cesaretlendirmişti ki, bu zamanda insan aklının kavrayamayacağı ölçüde âlimlerin ve münevverlerin akıllarında silinmeyen hatıralar olarak kalmıştı. Nitekim yetişen din bilginleri ve talebeleri yukarıda arz ettiğim bu saf ve temiz kaynaktan kurulmuş olan ilim yuvalarından doyuncaya kadar içmişler ve feyizlerini almışlardır. Bu zatlar babam Şeyh Alâeddin (K.S.) zamanında Biyara’daki ve diğer yerlerdeki medreselere sürekli devam etmişlerdir. Özellikle dedem Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’ın çok yakını ve sevdiği Molla Abdülazim, Seruv Abad Medresesinde müderris olarak bulunuyordu. Kendisine yazdığı birçok mektuplarda bağlılığını ve sevgisini anlatmak istemişti. Bu zat büyük edep sahibi, anlayışlı, ağır başlı bir bilgin olup ölünceye kadar makam ve şöhretini korumuştu. Yetiştirdiği talebe üzerinde özellikle maneviyyat yönünden büyük tesiri olmuştu. Bu zatın yine kendisi gibi itina ile yetişmiş âlim ve fâzıl Abdulmecid adında müderris bir oğlu vardı ki hanegâhta hizmeti yüksektir. Bir de Hazret-i Şeyh Siraceddin (K.S.)’in kâtibi olan merhum Molla Hamid’in oğlu Molla Şemseddin ve hanegâhta imamlık yapan kardeşi imam Molla Mecid vardı. Bu zat o kadar güzel Kur’an-ı Kerim okurdu ki “imamların evliyası” lakabıyla nam salmıştı.

Molla Şemseddin, âlim bir zat olup Hazret-i Şeyh Alâeddin (K.S.) ile seferde ve hazarda birlikte bulunurdu. Ayrıca bir Molla Arif vardı ki, Semirvan nehri kenarında bulunan Hececi köyünden olup, tarikata intisabı olan talebelere ders verir idi. özellikle Kur’an hatimleri, tehlil ve tekbir halkalarına başkanlık ederdi. Bu görevi çok iyi başardığından kendisine “Ser halka” lık unvanı verilmişti, Yine sayacağımız büyüklerden biri de Molla Abdülazim El Müctehidi idi. Bu zatın zahiri ilimlerdeki derin bilgisi meşhurdu, âlim ve fâzıl bir zat olup Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’in ayrılmaz bir parçasıydı. Bir diğer şahsiyet, Hacı Molla Haram idi. Bu zat gösterişli, ince uzun boylu, güzel bir şahsiyyet olup edeb ve sağlam ahlâk karakterliliği ile tanınmıştı. Onunla rüyamda Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in huzurunda Hazret-i Yusuf suretinde müşerref olmuştum. Bu zatın Resul-ü Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz için nazım şeklinde yazdığı pek güzel bir kasidesi vardı. Buradan bir beyti nakledeceğim:

Şefaat et, şu suçlunun hediyesini kabul eyle!
Ya urve-t-il vüska, onu kapma davet eyle.

Tanınmış büyük kimselerden biri de yukarıda adı geçen Molla Arif’in kardeşi Molla Abdülvahid’dir. Diğer bir ulu zat Büyük bilgin “İbn’ül Kadir” lâkabı ile tanınmış Molla Muhammed’dir. Molla Abdülkerim El Gürcî’nin iki oğlu vardır ki, İbn’ül Kadir’in gözetimi altında okumuş ve yetişmişlerdir. Bu kardeşlerden Molla Ahmed, Rus savaşındaki cihatta şehit olmuştu. Daha sonra gelen büyüklerden biri de Bahçaylı Molla Seyyid Abdülkerim’dir. Bu zattan sonra şöhret sahibi büyük bilgin, faziletli zat ve benim hocam Seyyid Hüseyin Tarbugi gelir. Merhum müderris Abdulkadir bu zattan keskin zekâlı ve güçlü bir hafızaya sahip olarak bahsetmektedir. Şayet bütün ilimler yeryüzünden silinmiş olsa Molla Seyyid Hüseyin Tarbugi bu ilimleri yeni baştan yazıp, canlandıracak kaabiliyete sahipti. Ben bu zattan tefsir ilmini okuyup öğrenmiştim. Onun yanında okuyup çalıştıkça bilgim artar, ders takrirlerini eksiksiz yazardım. Böylece tam bir tefsir kitabı edinmiştim. Derste bana takriben on beş on altı sayfalık dersi şerh eder, ders bittikten sonra bana şöyle hitab ederdi: “Ey çocuğum Osman! Şimdi iyi dinle, verdiğim dersi sana bir kez daha anlatacağım.” O, dersi tekrar edince dikkatle dinlerdim. Verdiği dersi bir kelime dahi eksik olmadan ve bir şeyi unutmadan gönül arzusuyla tekrarladığını görürdüm. Verdiği tefsir derslerinden; Necm, Müzzemmil, Haşr, İnşirah, Tin gibi Sûrelerin tümü yanımda saklı bulunduğu halde, Biayra’dan Bağdat’a yolculuğum esnasında otuz beş beyit şiirle birlikte bunları kaybettim. Bu şiirler, özellikle Ayetullah El Merduhi’ye cevaptı. Ne yazık ki, elimde bunlardan yalnız Tin Sûresinin tefsiri kalmıştır ki, bu da Allah (CC)’ın izniyle tab edilmiştir.

Daha sonra zahid, nazik, faziletli bir zat olan merhum Molla Muhammed Bakır gelmektedir. Bu zat Dövrud ve Biyara medreselerinde tedrisatla uğraşmıştı. Bu zat, zamanının İmam Şafii’si ve asrının eşi bulunmaz şahsiyetlerinden biri idi. Çok kıymetli telif kitapları bulunmaktadır. Bunlardan biri El Dürer-i Celaliyye’dir ki, Allah (CC)’tan dileğimiz, bu nuru Müslümanlar’ın görmesi ve faydalanmasıdır. Bu zattan sonra faziletli bilgin, ilmi ile amel eden merhum Molla Taha Bahaeddin gelir. Bu üstün ilim hazinesine sahip olan zat, talebeleri yetiş-tirmiş, derslerini iyi öğrenmeleri için ne gerekli ise yapmış, rahatlarını temin etmiş ve bütün bu işleri yalnız Allah (CC) rızası için yapmıştı. Bizlerin duygu ve iftiharı, Hazret-i Şeyh Osman Siraceddin (K.S.)’in ehlibeytinden olmamızdan ileri gelir.

1308 Hicri senesinde, Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’in vefatında 4 yaşında bulunuyordum. Hatırladığıma göre, evimizdeki büyük salonun karşısında bir havuz bulunuyordu. Çevresi toprak ve çamurla çevrilmişti. Dedemin vefatı acısıyla halktan bir kısmı cezbeye gelmiş, feryad etmekte, bazıları ağlamakta, bağıranlar ve ağlayanlardan birçoğu farkına varmadan kendisini çamura bulayıp, havuza atmaktaydılar. Orada toplanan âlim ve bilginler ser-i şerife aykırı olan bu aşırı hareketleri önlemeye çalışıyorlardı. Dedemin dostu Molla Abdülkadir ağlamakta, feryad etmekte bir yandan da: “Bırakın halk ağlasın, bağırsın, kendini toprağa ve çamura atsın. Çünkü din ehlinin, din ve dünya bahçesinin gülü ebedi hayata intikal etti, Me’va cennetine göçtü, bu gün için bir âlimin ölümü bir âlemin ölümü demektir. Böylece, Osmanoğulları’nın müceddidi, ebedi selamet diyarına göç etti. Kendisi Hak Teâlâ ve Sübhane’nin fütuhatının izi ve kaynağı idi. Tezkiye ile insan nefsini ıslah eden, karanlık kalpleri açan, Muhammedi nurları saçan, İlâhi marifeti bilen bu zat, son kez bizlerin, dar’ül kararda şefaati ile hata ve noksanlarımızı örten olsun. Bırakın eza ve kedere düşmüş olanları, bırakın toprağı eşeleyip başlarına dökenleri” diye bağırıp söyleniyordu.

Bilmemiz gereken bir husus vardır ki, o da, merhum Abdülkadir’in Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’i ne derece sevdiği ve bu yakınlığın hangi kaynaktan doğup, doyasıya içtiğidir. Bu yakınlık ve sevgi Molla Abdülkadir’in Biyara medresesine geldiği tarihte başlar. Şeyh Ziyaeddin (K.S.) onu bu medreseye getirmekle isabet etmiş, talebenin ondan çok faydalanacağım düşünmüştü. Zira bu zat zahiri ilimler uzmanı olup aynı zamanda tarikat usulünü de çok iyi kavramıştı. Bu medreseye gelenler, gidenler, tahsilde bulunanlar, ibadet edenler ondan İslâm dininin esaslarını öğrenip başarılı olmuşlardı. Şeyh Ziyaeddin (K.S.) zahiri ilmi yüksek olan bu zata talebelere ne öğreteceğini tavsiye ve tembihte bulununca Molla Abdülkadir Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’e: “Sizler benden daha anlayışlısınız. Kalbim size sevgi duyuyor, içimde mayalanan bir şeyin olduğunu hissediyorum. Sizden ve büyüklerin ruhaniyetinden yardım istiyorum. Lâkin tarikatın adabına göre hareket etmem ve kalbimin huzur duyması için; güneşin ışığı gibi, kerametlerden, maneviyyattan bir şeyler görmek İsterim. Zira manevi iman ile şuhudi imanın birlikte olması icab etmektedir. Ben bu iş için geniş bir vakitte himmetinizi bekliyorum” diye konuşmuştu.

Bir vakit sonra Şeyh Ziyaeddin (K.S.)/ Molla Abdülkadir ile Horaman’a gitmek üzere yola çıkmışlardı. İkindi vakti gelmişti. Yolun kenarında dokuz on kişinin üzerinde rahatlıkla cemaat namazı kılabilecekleri bir kayalık bulunuyordu. “İşler vaktinde gerçekleşir” anlamlı sözü gereği, Şeyh Ziyaeddin (K.S.), bu kayanın üzerinde namaz kılınmasını ve daha sonra yollarına devam etmelerini emretmişti.

Namazdan sonra Molla Abdülkadir’e: “Benden bir şey istemiştiniz. İşte bu isteğinizin vakti geldi, güçlü kitabın Haşr Sûresi’nin 21. Ayetinde Yüce Allah (CC) şöyle buyurmaktadır” diyerek okumaya başladı:

“Eğer biz Kur’an’ı bir dağa indirmiş olsaydık, sen onun Allah korkusuyla baş eğerek parça parça olduğunu görürdün”

Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.) yukarıdaki ayet-i kerimeyi okurken, üzerinde namaz kıldıkları bu muazzam yekpare kaya ikiye ayrılmış. Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’in oturduğu kısım Molla Abdülkadir ve diğerlerinin oturduğu kısımdan ayrılmıştı. Molla bu olay karşısında şaşkın ve iradesiz: “Evet vakit gelmiştir, sana feda olsun. Verdiğim sözü yerine getireceğim, sana kalben inandım, bu olayı gözümle gördüm ve imanım gerçekleşti. Şimdi diz çöküp eteklerinizden öpeceğim. Gerçekten büyüksünüz, size biat ediyorum, sizi tanımaya hazırım” diyerek feryad etmişti.

Bu suretle Molla Abdülkadir, kendini Şeyh’ee teslim ederek, tarikat büyüklerinin sırasına katılmıştı. Bu suretle ilmin ateşi olmuş, dağda bir nur kesilmişti. Nam ve şöhreti, ilim ve fazileti artmıştı. Bu zat hakkında bundan fazla açıklamaya lüzum görmeden esas konumuza dönelim:

Önce de anlattığım gibi, bu fakir, Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’in vefatında dört yaşında bulunuyordu. Ben de o facia günü, ağlayanlar gibi ağlıyordum. Ne için ağladığımı ve diğerleri gibi niye feryad ettiğimi bir türlü anlayamamıştım. Bu haldeyken beni alarak annemin yanına götürdüler. Orası da karmakarışık dehşet verici bir durumda idi. Annem, benim üzüntümü fark edince kalabalıktan uzaklaştırmıştı. Bu merasim son bulduktan sonra saygıdeğer pederimin Devrud’a göç ettiğini hatırlıyorum. Daha sonra amcam Şeyh Necmeddin (K.S.)’in vefatı ile babam tekrar Biyara’ya dönmüştü.

Dedem Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’in haremi İsmet Hanım hayâ, iffet, takvanın hakkıyla mücessem bir örneği idi. Bir gün bana: “Dedenin vefatında sen dört yaşında bir çocuk idin. Vefat ile ilgili neleri hatırlıyorsun?” diye sormuş, ben de: “Benim saygıdeğer nenem, vefat faciasını iyi hatırlıyorum” diyerek o dehşet verici günü kendisine olduğu gibi anlatmıştım. Hatta dedemin vefatından önce geçmiş olan ve çok iyi hatırladığım bir başka olayı da kendisine anlatmıştım:

Allah (CC) rahmet etsin, kız kardeşim Fatma Hanım (ki kendisi zamanının Rabia-t-ül Adeviyyesi idi) bir gün beni sırtına almış, gezdiriyordu. Eve girmek için eşikten atlarken, ortalık zifiri karanlık olduğundan, ayağı kayarak yere düşmüş, benim de başım yere çarparak, yarılmıştı. Bir hayli kan kaybetmiştim. Bu sırada dedem Şeyh Ziyaeddin (K.S.) ile karşılaşmıştık, beni kucaklayarak, göğsüne bastırmıştı. Havuza götürüp başımdaki ve yüzümdeki kanı silip, yıkamıştı. Yaramı tedavi etmiş, yere düşen kız kardeşimle de şakalaşarak gönlünü almıştı. Büyükannem hayret ile anlattıklarımı doğrulamıştı.

Yine büyükanneme dedem ile ilgili bir başka hatıramı nakletmiştim:

Tekkenin tam karşısındaki büyük salonda, dedem Şeyh Ziyaeddin (K.S.), üzerinde siyah bir palto ile heybetli bir arslan gibi oturuyordu. Beni de onun yanına oturttular. Mecliste bulunanlara beni tanıtmak istemiş, yakınlarından birine odada asılı duran defi getirmesini emir buyurmuştu. Dedem, kendilerine verilen defe bir parmağı ile vurunca deften acayip sesler çıkmış, elindeki def titremeye başlamıştı. Deften çıkan nağmeler, ruh ve kalbi canlandıracak derecede güzeldi. Orada bulunanlar da bu tatlı nağmelerle coşmuşlardı. Nağmeler o kadar ahenkli idi ki, insanı mest ediyordu. Oturanlarla birlikte öyle coştuk ki, sanki içimizdeki zulmet aydınlanıyor, ruh ve hayalin kuşları yukarı âleme yükseliyor, gaflet pasını insanın içinden silip götürüyor, canlı kalpleri fena ve beka âlemine bağlıyor, çocuk ruhumu sevgi dolduruyor, ona ebedi bir hayat duygusu veriyor gibiydi. Bu olay karşısında ağlamak zorunda kalmıştım. Ağlayış sebebimi bilmiyor, mütemadiyen ağlıyordum. Rahmetli dedem korkup, ürktüğümü anlayarak elindeki defi yerine koydurdu ve avucumun içine bir lokma helva koymalarını emir buyurdu. Ben bu olayın izlerini bugüne dek hayalimin hâzinelerinde bulmakta, onun içimde bıraktığı nakışları sabit kalacak bir şekilde muhafaza etmekteyim.

Büyükannem İsmet Hanım’la konuşmaya devam ederek, başka bir olayı da anlatmaya başladım:

Bir gün dedem Şeyh Ziyaeddin (K.S.) Hazretleri sırtını büyük salondaki direğe yaslamış oturuyordu. Ben de hizmet için yanında bulunuyordum. Kendilerine bir şey yemeyi arzu edip etmediklerini sorduğumda, bana: “Ey küçük dedem, bana ağzını ver” dedi. O vakitler henüz çocukluk duygusu ve aklı taşımaktaydım. Ağzında yemekte olduğu helvayı ağzıma koyacağım sanmıştım. Ağzımı onun mübarek ağzına yaklaştırınca, onun ağız suyunun, benim ağzıma aktığım hissettim. Fakat bu suda ne yemek ne de helva tadı vardı. Lâkin bana verdiği nesne zikreden bir ağızdan ve yumuşak, aydınlık bir kalpten çıkmıştı. Bunu yutmakla öyle güzel bir lezzet duydum ki, hiçbir gıdanın lezzet ve tadına benzemiyordu. Beni dinleyen nenem: “Allah (CC)’a yemin ederim ki söylediklerin doğrudur, çünkü ben orada bulunuyordum. Hatırladığıma göre sen, dedenden aynı şeyi 3 kere istedin. Dördüncü kez isteyince deden sana: ‘Ey benim küçük şeyhim, şimdi sen neyem istersin?’ sorusuna cevap vermeyerek, susmuştun” diyerek, o günkü olayı tamamladı.

Bu ulu zat ile ilgili bazı kerametleri teberrüken anlatmaya çalıştım. Zira her harmanın kendine göre bir ölçeği vardır. Temiz kalb erbabınca, Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’in söz ve fiilleri harika idi, ne kadar anlatsak azdır ve kitabımıza sığmaz; anlayana bu kadarının da yeterli olacağını, ümid ederim.

2021-09-01T16:05:10+03:00 By |