Nakşibendî Tarikatı’nın âdeti üzere, bu yolun büyükleri, yaz mevsiminde hava tebdiline giderlerdi. Bu yüzden dedem Şeyh Ziyaeddin Hazretleri (K.S.) de yaz mevsimini Horaman kesimindeki Deregi köyüne yakın Haveş Behderan mevkiinde geçirirdi. Bu mevki havası, suyu, yeşilliği ile özellikle suyunun temizliği ve safiyeti ile ün yapmıştı. Buraya gelen büyük insanların bereketinden, bu bölgenin hava ve su güzelliklerini kazandığı tahmin edilirdi. Burası her bakımdan kişinin ruhunu güçlendirir, uzun ömürlü olmasını temin ederdi. Ve buraya gelen her idrak ehli kimse bunun farkına varır, inkâr etmezdi.
Nakşibendî’nin büyüklerinden örnek olarak Hazret-i Mevlâna Halid, Hazret-i Siraceddin, Hazret-i Bahaeddin, Hazret-i Ziyaeddin, Hazret-i Necmeddin, Hazret-i Alâeddin, Hazret-i Hüsameddin gibi –Allah, sırlarının kutsiyetini arttırsın- buraya geldiklerinde müridleriyle birlikte yazın sıcak günlerinde ve bu güzel sakin yerde zikir, fikir ve seyr-i sülük ile vakitlerini geçirirlerdi. Yüce Allah (CC) burada, yüksek dağlarla kayalar arasında su kaynakları hazırlamıştır. Orada devlet ricalinden, ulema, kent eşrafı, ümera gibi nüfuzlu kimselere ve hatta fakir ve miskinlere kadar her türlü insan bulunurdu. Bütün bunlar buraya gelen meşayihi ziya-ret ederek onların bereket dualarından faydalanırlardı.
Bir yaz günü Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.), devlet büyüklerinden Divan Beyi’ni bu güzel yere davet etmişti. Bu davetten maksadı, burada halkın ve tarikata mensup mürid ve sair kişilerin üzerine yüklenen ağır haraç ve vergilerin hafifletilmesini, fakir ve miskinlerin ihtiyaçlarının giderilmesini ve gereken yardımın yapılmasını sağlamaktı. Divan Beyi, devlet erkânının büyüklerindendi ve devlet dairelerinde oldukça sözü geçen bir şahsiyetti. Aynı zamanda Şeyh Ziyaeddin Hazretleri’nin hem müridi, hem de bacanağı idi. Dedem Şeyh Ziyaeddin bu zatı buraya davet edince, elinden gelen hazırlığı yapmış ve onu büyük bir saygı ve sevgiyle karşılayarak misafir etmişti. Bunun sonucu olarak Divan Beyi, herhangi bir ihtiyaç ve zaruret lüzumunda hizmet etmesi için Hazret-i Şeyh’in (K.S.) yanına güvendiği, terbiyeli ve söz dinleyen bir doktor olan İshak El Kelimi’yi bırakmıştı. Ona lüzumlu talimatı vermiş, Hazret-i Şeyh (K.S.) bu mevkiye geldiğinde kendilerine hizmet etmesini, isteklerini yerine getirmesini ve kendi gerektiğinde çağırılmasını tembih etmişti. Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.), bu zatın bu şekildeki tayininde bir mahzur olmadığını Divan Beyi’ne bildirmişti. Doktor İshak’ın ataları Kelimiyye taifesinden olup, eski zamanlardan beri Senendec ve Tahran’da ikamet etmekteydiler. Bunların akrabalarından Hekim Lokman ve Hekim Aristo gibi doktorlar yetişmiştir. Bu aileden pek çok mütehassıs doktor yetişmiştir. Bunlardan biri Hekimzâde “tabipler edîbi” olarak şöhret yapmıştı. Ve yine bir Hekim İbrahim vardı ki bu zata unvanı verilmişti. Ve yine Doktor Mirza Danyal vardı ki “tabipler yardımcısı” unvanını almıştı. Bütün bu zatlar halka hizmette bulunmuşlar, pek çok İnsan bunlardan faydalanmıştı.
Bir gün Şeyh Cemaleddin ile Abdülmelik’in anneleri hastalanınca doktorların emini olan Hekim İbrahim’e haber göndererek gelmesini istemiştim. Doktor geldiğinde beyaz, düzgün bir çehre ve güzel yüzlü bir simayla karşılaştım. Hastayı tedavi ettiği süre bizde kalmıştı. Davranışına dikkat ettim. Bu zat beş vakit kılman namazlardan sonra evrad-ı şerifi okuyup, tesbih çekerdi. O’nun bu davranışı çok hoşuma gitmişti. Bu zat, Kelimi kuşağından olup da nasıl her namazdan sonra evrad-ı şerifi okuyup da teşbih çeker diye merak ettim. Kendisine: “Sen Kelimilerdensin. Sizlerin âdetinizde özel bir zikir var mıdır?” diye sordum. Şöyle cevap verdi: “Tebih çekip zikirde bulunmam, evrad-ı şerifeyi tilâvet etmemin mezhep ve dinimle bir alâkası yoktur. Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.) bana, namazlardan sonra bu göreve devam etmemi emretti, bu sebeple görevime devam ediyorum. Ey Efendim! Hayret etmeyin, başka bir şey de düşünmeyin. Bizlerin Şeyh Siraceddin (K.S.) ailesine öylesine sonsuz sadakat ve sevgimiz vardır ki, başkalarınınkine benzemez. Bizim bu aileden gördüğümüz iyilikleri kimse görmemiştir.”
Hekim İshak ise devletin ordusunda bir tabiptir. O mıntıkanın kumandanı Divan Beyi onu Hoşve Bedrani’ye Şeyh Ziyaeddin (K.S.) Hazretleri’ne yardım etmesi için göndermiştir. O da aldığı vazifeyi benimsemiş hizmette kusur etmemiş, sözünü tutmuş, insani vecibesini yerine getirmiştir. Günün birinde Şeyh Ziyaeddin Hazretleri (K.S.) ona: “Ey Doktor İshak! Sende bir noksanlık dışında başka bir noksanlık yoktur” demiş; Doktor İshak, tereddüt etmeden Hazret-i Şeyh (K.S.)’e: “Kendimi sana feda etmeye hazırım, bu noksanlığımı bana bildir, bu yönümü bileyim ki kalbim huzura kavuşsun, inşaallah bu noksan yönüm kalbimin huzur duyacağı bir şey olsun” der, Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.): “Şimdi git İslâmî usûl ile güzel bir abdest al ve yanıma gel de sana kusurunun ne olduğunu söyleyeyim” der. Doktor derhal çıkar, verilen emri yapar, yarım saat sonra gelir. Hazret-i Şeyh (K.S.) ona: “Önümde otur, gözlerini kapa” der. Yarım saat sonra gözlerini açınca feryad ile ağlamaya başlar. Korku ve dehşet içinde kalmış gibidir. Oradan kaçmak ister, fakat Hazret-i Şeyh (K.S.) onu tutar, korkusunu gidermeye çalışır. Bir kez daha bu Doktor İshak’a öyle bir hâl gelir ki, şuur ve idrakini kaybederek yakında bulunan bir dağa tırmanır, güneş batıncaya kadara orada kalır, vadilerde, çalılıklarda dolaşır, tepelere çıkar, tekrar iner, gününü böyle geçirir. Yatsı namazından sonra dua ederek, büyüklerin ruhaniyetinden yardım ister ve ancak sakinleşmiş olarak müridlerin yanına döner. Kendisine: “Ey Doktor İshak! Sana ne oldu, bu ne haldir?” diye sorduklarında, Doktor İshak: “Evet ne halde olduğumu ben de bilmiyorum. Allah (CC)’a and içerim ki, Hazret-i Şeyh (K.S.)’in yanına gelip huzurunda gözümü yumduktan sonra kalbimden ve gözümden bir perdenin kalktığını gördüm. Karşımda geniş, uçsuz bucaksız bir sahra göründü, yakınımda bir hayal belirdi. Ben onu görüyor ve elimle dokunuyordum. Fakat insana benzeyen bu hayalin kim olduğunu net olarak seçememiş-tim. Kim olduğunu anlamak için dikkatle onu süzerken bana şöyle seslendi: ‘Bu sahra mahşer yeridir, bunu biliyor musun?’ Az sonra orada sayılamayacak kadar çok insanın toplandığını ve bu kalabalığın giderek büyüdüğünü, korkunç dumandan direklerin yükseldiğini gördüm. Bu duman direkleri gökyüzünde eğri büğrü yükselmekte, bunlardan çürük kokusuna benzer kötü kokular yayılmakta, mahşer yerinde bulunan melekler dahi bu kötü koku saçan duman direk-lerinden tiksinerek kaçışmaktaydı. Ben de telâş ve heyecana kapılarak, yüksek sesle feryad ederek oradan kaçmak, kendimi kurtarmak istedim. Fakat orada bulunan hayalin Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.) olduğunu o anda anladım, beni elimden tutarak kaçmama mani olmuştu. Bana: ‘Ey İshak şu gördüğün insanlar hidayet yolundan yoksun kalanlar ve İslâm dininden çıkan kimselerdir. Hakk Teâlâ (CC), onlara gereken haberleri göndermişti. Fakat şeytanın ve nefsi emmarenin hilesine kapılıp aldandılar. Allah (CC) da onları yanına kabul etmedi’ dedi. Bu sözlerin gerçek olduğunu anladım. Çünkü o mahşer yerindeki kalabalığın içinde tanıdığım ve seçebildiğim bazı simalar vardı ki, bir kısmı ölmüş, bir kısmı da hayatta idi. Bu kimseler İlâhi tebliğler geldiği halde iman etmeyen ve İslâm olmayı reddeden kimselerdi. Diğer tarafta başka bir kalabalık gördüm. Orada Rabbanî nurdan yükselen direkler vardı ve bu direklerden ıtır kokusuna benzeyen güzel kokular ortalığa yayılmıştı. Bu kalabalıkta güzel bir düzen ve tertip vardı. Bu toplumun üzerinde melekler kelebekler gibi uçuşuyordu. Hazret-i Şeyh (K.S.) bu defa: ‘Bunların gerçek Müslümanlar olduğunu anladın mı?’ deyince, gerçeği söylediğine inandım. Çünkü bu kalabalıkta da iman ettiğine ve İslâm olduğuna bizzat şahit olduğum, ölmüş veya henüz hayatta olan şahsen tanıdığım simalar vardı. İşte ben bu ruh haleti içinde kendimi kaybetmiş vaziyette, yayılan güzel kokuları kokluyor, ortalığı aydınlatan bu nuru seyrediyordum. Bir zaman sonra mahşer yerine kalabalık bir topluluk daha geldi. Bunlarda ne tertip ve ne de düzen vardı, karmakarışık bir haldeydiler, birbirleriyle çekişip kavga etmekteydiler. Bunların bazılarının üzerinde dumandan, bazılarının üzerinde de nurdan direklerin olduğunu görüyordum. Bu toplumun üzerinde uçuşan meleklerin bu kalabalıktan nefret eden halleri olmadığı gibi aşırı bir sevinç ve rahatlık izleri de yoktu. Melekler onlardan uzaklaşıp kaçmıyorlardı ama bu insanlara pek itina ve dikkat de etmiyorlardı. Bu cemaatin bir kısmının Müslüman asi ve suçlu kimseler olduklarını; bir kısmının da iyi amel sahibi fakat az çok kusur ve hataları bulunanlar olduğunu anlamıştım. Bunları seyrederken bir ara kalbimin daraldığını, içimde bir acının peydah olduğunu hissettim. Bu durumda bâtinî kalp gözü ile dikkatlice bakınca insanın iğreneceği zifte benzer siyaha boyanmış bir örtüye sarılı bir karpuz gördüm. Bu esnada Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’in elinin on parmağı ile karpuzu saran pisliğe benzer bu siyah örtüyü çekiştirip, yırtmaya çalıştığını gördüm. Gördüklerimden ve bu bâtinî işten buruk bir elem duydum, öyle bir hale geldim ki bana arız olan acının şiddetine dayanamaz oldum. Artık yuların bağı elimden çıkmıştı. Onun kerametli elinin etkisine takat getiremediğimden dağlara doğru koştum, çölde kaybolmuş bir kimse gibi dağlarda, tepelerde, vadilerde, dikenliklerde dolaşmaya başladım. Karanlık basınca sükûnet bularak Hoşve Bedrani’deki yerime döndüm. Etrafımda toplananlar bana neler gördüğümü sorduklarında, ben: ‘Allah şahidim olsun ki hak ile batıldan başka bir şey görmedim. Anladım ki İslâm dini hak dindir. Belli bir vakti ve hidayeti beklediğime kanaat getirdim. Zira Yüce Allah (CC), dilediğini yapar ve hükmünü icra eder’ dedim.”
Gerçek şudur ki, tabipler emini diye anılan Doktor İbrahim ve Doktor İshak, her ikisi de ölümlerinden üç gün önce iman etmiş, Müslüman olarak ahirete göçmüşlerdir. Bu zatların çocukları olan Doktor Lokman ve Doktor Aristo, konuyu yakinen bildiklerinden dolayı, ailemize hürmet ve saygıda kusur göstermemişlerdir. Bu anlattıklarımızla ilgili olarak kalben tereddüt gösteren olursa, Senendec ve Tahran’da bulunan bu zatların çocuklarından ve torunlarından, halâ unutulmayıp, hafızalarda kalan bu olayı sorabilirler.