On yaşlarında bulunmakta idim. Şiddetli bir hastalık sebebiyle yataktan çıkamıyordum. O günlerde şöyle bir rüya görmüştüm: Güzel bir ata binmiş bir adamın, Durud’daki evimizin karşısındaki bahçeye girdiğini gördüm. Ata binen kişi heybetli bir şahsiyet olup, amcam Şeyh Hidâyet olabileceğini düşünerek, yatağımdan çıkıp bahçeye indim. Gördüğüm süvariyle selâmlaştık. Elini öptüm, o da beni yüzümden öperek, kendisini tanıyıp tanımadığımı sordu. Ben ne cevap vereceğimi düşünürken: “Ben Mikâil’im” dedi. O zaman anladım ki bu zat, büyük dedemin mürşidi olan Hazret-i Şeyh Mevlâna Halid-i Bağdadi (K.S.)’dir. Nitekim Hazret-i Şeyh Mevlâna (K.S.), Mikâilî aşiretindendi. Hazret’e, müsaade ederse, gidip babama haber vermek istediğimi söylediğimde: “Hayır gitme! Baban şu anda senin için geldiğimi öğrenmiştir” diyerek, gitti. Bu olayın geçtiği saatte validem, beni yoklamak üzere yatağıma gelmiş ve beni bulamayınca telâşlanarak ev halkını uyandırmış, evin her yerini aradıkları halde beni bulamamışlar. Sonunda evden çıkınca, bahçede, Hazret-i Mevlâna Halid (K.S.) ile karşılaştığımız yerde uyuduğumu görüp, içeri taşımışlar. Bu hal etkisi ile fazlaca terlemiştim. Yatağımda uyandığımda, hastalığım tamamen geçmişti. Sabah rüyamı, pederime arz etmek üzere yanlarına gittiğimde: “Mevlâna Halid Hazretleri (K.S.), bu gece senin için geldiler” diyerek, bu konuda bilgisi olduğunu izhar etti. Bu rüyadan sonra biniciliğe heves etmiş ve çok sevmiştim.
Bir başka sefer de yine rüyamda, kendimi, evimizin önündeki bahçede gördüm. Ağaçların tanzimi, meyvelerin bolluğu ve manzarası pek hoşuma gitmişti. Özellikle, çok yükseklere uzanan asma dallarının üzerindeki üzüm salkımlarının çokluğu dikkatimi çekmişti. Orada bir insan vardı. Önce bahçenin sahibi zannettim. Yanıma yaklaşınca, ulu bir kimse olduğunu, simasında ibadet izleri taşıdığını fark ettim. Selâm vererek elini öptüm, O da selâmımı alıp, yüzümden öptü. Sonra bana kendisinin Hızır Aleyhisselâm olduğunu söyleyince, gidip diğer insanlara haber vereyim diye düşünürken, bana: “Hayır, kimseye haber verme. Ben senin hastalığına şifa vermek için geldim” diyerek: “Üzüm yer misin?” diye sordu. Bu kadar yükseklikteki asma ağacına nasıl uzanır ve üzüm koparır diye düşünüyordum ki, ellerini yukarı doğru uzatınca üzüm salkımları ellerine düştü ve bir salkım üzümü bana uzattı. Uykudan uyanınca ter içinde kaldığımı fark ettim. Hastalığım geçmiş, şifaya kavuşmuştum. Gördüğüm rüyayı babama söylemek için yanına gittiğimde, daha ağzımı açmadan bana: “Hızır Aleyhisselâm, sana dua etmek ve iyi etmek üzere gelmişti, değil mi?” diye konuştu. O günden beri, bende, ağaç dikme sevgisi doğmuştur. Evet, Yüce Allah (CC), bana rüya tabirini, harflerin anlam ve işaretlerini, sûrelerin fevatihinin nelere delâlet ettiğini ihsan ve bağışta bulunmuştu.
Bu münasebetle size, keskin ve güzel kokusu olan tere ve tarhundan söz edeceğim. Unutamadığım bu konuyu anlatmakta bir iddiam veya bir maksadım yoktur. Yüce Allah (CC)’ın bana bağışladığı nimetlere sonsuz şükranımı arz ederim. Yüce kereminin kapısında korkuyla yalvaran ve ondan yardım bekleyen zavallı fakir ve miskin bir kuldan başka bir şey değilim.
Gecenin birinde uyuduğum esnada, kendimi Kâbe-i Muazzama’da İbrahim Halil Aleyhisselâm’ın makamı önünde ayakta durur gördüm. Kendisi de, orada bulunan şadırvanın önünde maiyetiyle birlikteydi. Biz de maiyetindekilerin arasındaydık. Allah (CC)’dan aldığı haberleri bizlere veriyor, biz de bu emrini yerine getiriyorduk. Hazret-i İbrahim (AS) başını yukarı kaldırmış, İlâhî sesleri ve buyrukları dinlemekteydi. Ben de kovan içinde bulunan arıların uğultusuna benzeyen bu sesleri duyuyordum. Verdiği emre göre Kâbe-i Muazzama’nın inşa ve tamiri görevi bize veriliyordu. Bir ara bana: “Müjdeler olsun sana! Kâbe’yi ziyaretle Hacı olacaksın, irşad makamına geçeceksin. Ecdadının güzel ahlâk ve sıfatlarının varisi olup, bu verasetin ailende sürüp gitmesine sebep olacaksın. Vakti gelinceye kadar gördüğün bu rüyayı kimseye anlatmayacaksın” buyurdu.
Ne var ki bizlerden hacca gidenler, orada ölmekte veya kısa ömürlü olmaktaydılar. Allah (CC)’a hamd-ü senalar olsun ki, yaşamım boyunca birkaç kez Hacca gittim, farz olan vecibemi yerine getirdim. Bu münasebetle, insan bir şeyi hatırlayınca, çorap söküğü gibi diğer şeyleri de hatırlamaya başlıyor.
Bir vakit şerefli Necef’de, Ravza-i Haydariyye’yi ziyaret ettiğim sırada yanımda, Siraceddin ailesini seven ve sayan, aynı zamanda babamın bir müridi olan Hüseyin Fevzi isimli bir dostum bulunuyordu. O vakitlerde Ravza-i Haydariyye’nin kilitdarı, benim çokça sevip saydığım, bizlerle yakın rabıtası olan Seyyid Abbas adında biriydi. Gece uykuya daldığımda, rüyamda bir zat yanıma gelerek, Hazret-i Ali (K.V.)’nin beni istediğini haber verdi. Bu haber üzerine Hazret-i Ali (K.V.)’nin bulunduğu odaya gittim. İçeriye nasıl ve ne sebeple girdiğimi anlayamıyordum. Yüce İmam’ı, ayın bedir halinde saçtığı nur gibi bir nuru üzerine taşır vaziyette karşımda buldum. Bu nurla birlikte, üzerinden şefkat ve merhametin taştığı açıkça görülüyordu. Onun güzelliği karşısında şaşırmıştım; ne ileri, ne de geri bir adımı atamaz olmuştum. Bana hitaben: “İlerle, yaklaş!” diye emir buyurunca, hemen ilerleyip elini öptüm, o da beni yüzümden öptü ve üç renkte sarık verdi. Sarıklardan biri yeşil, biri sarı ve bir diğeri de kırmızı renkte idi. Bu bağışlarına çok sevinmiştim. Sarıkları, mübarek elleri ile başıma dolayıp sardı. Büyük bir sevinçle uykudan uyanınca, gördüğüm rüyayı yol arkadaşım Hüseyin Fevzi Efendi’ye anlattım. Ravza-i Haydariyye’nin kilitdarı Seyyid Abbas ile birlikte gördüğüm rüyanın tabirini yaptılar. Sarı rengin, irşad icrasıyla barışa ve cemaatler arasında iyi münasebetlere; yeşil rengin, el açıklığı yani cömertliğe; kırmızı rengin ise benim şehitler efendisi soyundan olduğuma delil olduğu tabirini yaptılar.
Siz de fikrinizi belirtin