Bizim ulu tarikatımızın fazilet ve meziyetleri pek çoktur. Kim bu yolu izler ise Kur’an’a, Sünnet-i Resul (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e sıkıca tutunmalı, şüpheli olan işlerden de uzaklaşmalıdır. Çünkü tasavvuf, İslam’a sıkıca tutunmak ve ibadette fazlalıktır. Şimdi din kardeşlerime öğüt ve uyarı maksadıyla şu olayı anlatacağım:
Vaktiyle pederimin müridlerinden olup, Kur’an tilaveti ve ibadetle uğraşan biri vardı. Ben bu zatta zahiri güzellikler görüyordum. Bir gün uykuya daldığım bir sırada, rüyamda, bu müridin nargile içmekte olduğunu, vücudunun ağız, burun, göz, kulak gibi delik olan kısımlarından siyah ve koyu dumanların çıktığını gördüm. Uyanınca rüyamı saygıdeğer pederime anlatmak üzere yanma gittim: “Canım sizin için feda olsun baba. Molla Abdurrahman ibadetten, Kur’an tilavetinden, nafile namazdan geri kalmadığı halde, ne gibi bir sebeple onu bu acı ve feci durumda gördüm? Üzüntü içindeyim.” dedim. Babam: “Üzülme, hayret de etme. Kendisi, yetimlerin mallarına el koyan mal ve mülklerini satan Abdullah adında birinin evine ara sıra gitmekte, orada yemek yiyip karhını doyurmaktadır. Bu, malları satılan yetimler, Osman Merduhi ve kardeşleridir. Bu da senin gördüğün gibi bir günahtır. Rüyanın üzücü olmasının sebebi budur” dedi.
Tasavvufa yönelen bir kimse, şeriat hükümlerine sıkıca bağlanmalıdır, Tarikat ise başarı ve kurtuluşun bir yolu veya vesilesidir, şüpheli olanları terk etmektir. Bu gibi şüpheli ve haram olan şeyleri bırakmayanların sonu acı ve hüsrandır.
Bir zaman yine Peşte köyünde ulu bir zat olan amcamın evinde bulunuyorduk. Yanımıza, pederimle birlikte, Şeyh Necmeddin (K.S.) Amcam gelmişti. Ramazan ayında idik. Babamın çevresine seçkin bilginler ve bazı tanınmış, faziletli kimseler toplanmıştı. Bunlardan biri, Haneşur köyünden olup Ahmed Brende köyü müderrisi Molla Abdülkerim idi. Teravih namazında cemaate imamlık yapmaktaydım. Bir ara, namaz kılacak olan cemaate: “Şayet bizimle birlikte teravih namazını kılarsanız, namazdan sonra sizlere helva dağıtırım” diye şakada bulunmuştum. Teravih namazının iki veya altıncı rek’at fasılasında cemaate dönüp: “Namaz, Allah (CC) için kılınır. Bizlerde helva yoktur” diye hitabedince, onlar: “Sizin imamlığınız bereketi ile nasılsa helvanın tadını aldık, namazımızı helva olmaksızın tamamlayalım” dediler.
Bir başka Ramazan ayının 27. günü iftar vakti olmuş, başımın ağrısından ne hareket edebiliyordum, ne de iftar yapabiliyordum. Allah (CC)’ın rahmeti üzerine olsun, sâlih kişilerden vefalı ve çok zeki bir zat olan Mirza Ahmed Efendi’ye iftara çağırılmıştık. Bir ara elimde olmayarak, iftar sofrasında bulunan cemaate hitaben: “El Fatiha” diye bağırdım. Mirza Ahmed Efendi: “Neden ‘El Fatiha’ diye bağırdınız ve okudunuz? Bunu kim için ve ne için yaptınız?” diye sorunca, ona, Fatiha diye bağırmamın beni gafletten uyandırdığını söyledim. Bu zat baş ağrımın ısrarla devam ettiğini görünce babama haber vermiş. Mübarek pederim de buraya teşrif etti, hatırımı sorup, muayene ederken, kendilerine: “Baş ağrımın şiddetli bir şekilde olduğu sırada, bir anlık dalma ile kendimi, Devrud’daki mezarlıktan geçerken gördüm. Henüz defnedilmiş bir şahsın kabrinin içinden sesler geliyordu. Yaklaştım, bu seslerin ne anlamda olduğunu anlamak istedim. Kabre iyice yaklaşınca, bu sesin daha önce adı geçen Molla Abdurrahman’ın sesi olduğunu anladım. Bu kez ben ona seslendim. Beni tanıyınca anlaşılır bir dille: ‘Bizler Şeyh Ziyaeddin (K.S.) ve Şeyh Alâeddin (K.S.)’in hizmetlerinde bulunduk. Hanegâhı bu zor ve korkunç güne kadar bırakmadık. Bu ne zor haldir?’ diye söyleniyordu. Kalbim burkuldu ve üzüldüm. Anladım ki, kendisi benimle konuşamamaktadır. Yanına oturdum, Dûhan Sûresini ve Fatiha’yı okuyup tamamladıktan sonra sesimi duyabildi. Kur’an-ı Kerim’in bereketiyle kurtulduğunu ve sorulana cevap vermeye başladığını gördüm” dedim. Babama bu rüyayı anlatınca: “İşte bu da yetim malını, dolaylı da olsa, yemesinin eseridir” buyurdu.
Birkaç gün sonra kardeşim Mevlâna Halid’den bir mektup geldi. Mektupta herkesin sıhhat ve afiyette olduğunu, yalnız Molla Abdurrahman’ın vefat etmiş olduğunu bildiriyordu. Vefat tarihi, kabrini gördüğüm geceye rastlıyordu. Nitekim Hakk Teâlâ (CC) güçlü kitabında bu konuya temas eden Nisa Sûresi’nin 10. ayetinde:
“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar; zaten onlar, alev alev yanan cehennem ateşine atılacaklardır” buyurulmaktadır.
Siz de fikrinizi belirtin