“Hazret-i Şeyh (KS) bu mektubu, bir müptedinin sorularını cevaplamak ve aynı zamanda yolun taliplerine genel bir açıklama getirmek üzere, rabıta konusu ve Nakşibendî tarikatının genel usulü ve kaidelerini anlatmak için bir cevap olarak yazmışlardır.”

Âlemlerin Rabbi (CC)’ne hamd-ü senalar olsun. İrfan ve ubudiyyetin hakiki cevherine, gizliliklerin, nurların ve ulu yolların kaynağı, Hâlîk ile mahlûk arasındaki vücudun sırrı, hamd makamında bulunan, kendilerine vaad edilen havuzun sahibi Efendimiz ve Mevlâ’mız Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e, âl ve eshabına, kendisine ibadet edilen padişahın rızasını almak için belirli doğru yolda yürüyen tâbilerine salât ve selâm olsun.

Bizden çok uzaklarda bulunan sevimli, aziz bir kardeşimiz, ben fakir kuldan, ilkten bu tarikata intisapla ve müptedi olarak başlayacakların, bu tarikatın usul ve kaidelerini öğrenmek ve bazı zorluklardan uzak kalmak için bu tarikata ne türlü bağlanacakları hakkında yazılı bir mektup istemişti.

Onun gönlünü hoş etmek için bu tarikata ilkten gireceklere ve bu gibi kişilere rehber olmak üzere, Allah (CC) izin verirse ve O’nun lütuf ve keremi ile uluların ve büyüklerin aziz ruhlarının yardımı ile tarikata girmek isteyenlerin ruhlarında feyz kapısını açmasını, boyunlarına vurulan bukağıdan kurtulup, çıkmalarını; bunun sonucu olarak, onlarda kalbî duyguların bir türlü şuhudî idrak ile birlikte oluşmasını, tarikat adabına örnek olmaları için bu satırları yazıyorum. Bunun sebebi ise bu yolu bilmeyen kimselerin düşüncelerine göre, bu tarikat yolunun ve adabının intisaptan başka bir şey olmadığı fikrine sapmamaları için orada yapılacak işe ve işarete göre mürşidin bu yoldaki büyük cehd ve gayretinin lüzumunu anlatmaktır.

Bu gibilerin faydalanmaları için onlara: “Dikkat ediniz! Tarikata müptedi olarak başlayacakların kanunu budur” denmesi faydalı olacağı gibi, “İşin ortası ve sonu başka bir husustur” denir. Bu yola müptedi olarak başlayanların rabıtalarının köklü olması ve yerine oturması için rabıtaları sırasında, bazı vakitlerde, değişik hal ve duruma şahit olmaları mümkündür. Bu görüşleriyle bunlara kapılıp aldanmaması icab etmektedir Çünkü tarikatı öğrenmek, bu hallere ulaşmak için olmayıp böyle bir düşünceye kapılırsa birçok örneklerin görüldüğü ve duyulduğu gibi, doğru yoldan ve en önemlisi gaye ve maksattan ayrılmış olur.

Bu yolun isteklileri, yaradılış itibariyle çalışma, cehd ve gayret yönünden aynı düzeyde olamazlar. Bu da Yüce Allah (CC)’ın “Sizleri değişik hal ve durumda yarattık” buyurduğu sebebiyledir. Nitekim Allah (CC)’a giden yolların dünyadaki insanların sayısı kadar çok oluşu sözü, bunu ispat etmektedir. Bu söz, ibadet yönünden ve Allah (CC)’ı tanımak yönünden söylenmemiştir. Her nefsin bu dünyada kendi ölçü, cehd ve gayretine göre kendisine bir yol seçmesi için söylenmiştir.

Şayet bir kimse, Allah (CC)’ı kendi nefsinin arzusuna göre ve kendi vehim ve düşüncesine göre seçip, şeriat yolunu ve tarikatın gerçeğini ihmal etseydi, ulu şeriat yolundan sapması için uzun bir zamana ihtiyacı kalmazdı. Gerçek olan şu ki, bütün tarikatlarda nefisle cihad, hayatın zorluk ve zahmedlerine katlanmak, riyazat, yani dünya sevgi ve bağlılığından ve her türlü masivadan sakınmak, kaidedir. Bu türlü davranılmadığı takdirde, kişi ya sapıklığa yönelmiş veya bu yola intisabı geciktirmeyi sağlamış olur. Yukarıda söylediğimiz gibi, “Allah (CC)’a varan yollar, yaratılanların sayısı kadar çoktur” sözünden maksat; yalnız O (CC)’nun rıza ve hoşnutluğunu kazanmak için insanların fıtrî özelliklerine, mertebe ve derecelerine, cihadlarına ve kabiliyetlerine göre hareketleri ve yönelmeleridir.

Kişinin nefsini, beşeri kötülüklerden, rezilliklerden, kötü huy ve ahlâktan temizleyip süzmek ve yine güzel sıfatlar kazanmak için Yüce Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ve O’nun âl ve eshabının hayırlı sünnetini izlemesi, onların ahlakıyla bezenmek için himmet ve gayret sarf etmesi icab etmektedir. Nitekim dersi öğretmek, anlayış ve anlatış yönünden ise, verilen bir habere göre: “İnsanlarla akıllarının kaldırabileceği ölçüde konuş” buyruğu dikkate alınmalıdır. Bir rivayete göre de: “Biz evliyalar zümresi, insanların akıllarının kaldırabileceği ölçüde konuşuruz” haberi vardır.

Nitekim güvenerek söyleyebiliriz ki, insanlarla kaabiliyetlerine, cihadlarına, düşüncelerine, uyanıklık ya da gaflet halinde oluşlarına, Allah (CC)’a tevekküllerinin ölçüsüne ve zamanlarının ölçüsüne göre konuşmak gerekir. Anlayışlı bir tabibin reçetesi, tarikata ilk başlayan, orta derecede olan ve son basamakta bulunan kişiye göre farklı olmalıdır. Zira yeni başlayan bir talebenin ilmi kelâmdan olan meselâ Tehzib-ül Kelâm adlı kitabı okumayı bırakıp, alfabe ile meşgul olması gerektiği; aksi halde boşuna yorulmuş ve zamanını, gayretini ve cehdini boş yere harcamış olacağı ve öğrenmiş olduğu ilimden de faydalanamayacağı malûmdur.

Şunu bilmelidir ki, ulu yolların yolcularının öğrenim ve öğretimleri, tıpkı sonsuz, derin ve geniş bir denizde, zifiri karanlık bir gecede yol alan bir geminin yolcularının durumu gibidir. Bu konuya ehil olmayanlara teslim olanlar, yani şeriatın sağlam gemisine binmeyenler, sonunda hüsrana, kedere, mahrumiyete ve yok olmaya mahkûmdurlar. Bir kimse, başarılı olmak için kendini İlâhî nurla aydınlatmak isterse, olgun ve kemal sahibi bir mürşidin nezareti altında bu ulu tarikatın şerefli gemisine binmeli, bu derin denizin dibindeki her biri kıymetli birer inci olan bilgileri, hünerli denizcilerin vasıtası ve yardımı ile toplamaya çalışmalıdır. Kişi, vaktin icazetli, kâmil bir mürşidinin buyruğu altına girdikten sonra kendini, doğrulukla mürşidine teslim etmelidir. Bu ulu tarikata girenler, başlangıçta usul ve adabından olmak üzere şunları yapmalıdırlar:

Önce iki rekât namaz kılıp selâm verdikten sonra kıbleye yönelerek oturmasına devam etmeli, başını önüne eğerek ve gözlerini kapatarak tövbe ve istiğfarda bulunmalı, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’e salât ve selâm getirip, Fatiha Sûresi’ni ve İhlâs Sûresi’ni okumalıdır. Okumuş olduğunun ecir ve sevabını, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’e, gelmiş geçmiş bütün peygamberlere, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in âl ve eshabına, büyük evliya ruhlarına, âlimlere, içtihad sahiplerine, kendi mürşidine ve saydıklarımızın dışında kendi tanıdığı velilerin ruhlarına hediye etmelidir. Bunları tanımıyorsa veya bilmiyorsa, 15 kez selât ve selâm getirip, keza aynı sayıda tövbe ve istiğfarda bulunmalıdır.

Daha sonra “Eksiruzzikri hazimüllezzat-i” Hadis’inin anlamının muhtevası gereği, beş dakikadan on dakikaya kadar ölümü düşünüp, kabirle kurulacak bağını tefekkür etmelidir. Bu Hadis, “Tad kaçıranın, yani ölümün adını anın” anlamınadır.

Bundan sonra Mürşid’ine bağlanmalısın. Mürşid’inin karşısında oturduğunu, kalbinin mürşidinin kalbine karşı durduğunu, kendi kalbî duyarlıklarının mürşidinin ruhaniyeti önünde hazır olduğunu bilip, kalbini ona açmalısın. İnsan kalbinin, sol memenin alt kısmında ve hizasında olduğunu bilerek, kalbi mümkün olduğu kadar temiz tutup, içini İlâhî feyzler ile yıkayıp, taşan feyzleri alabilecek bir kap haline getirmelisin.

Şunu bil ki, Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in ruhu, bağlayıcı meleke vasıtası ile mürşidinin en yüksek yeri olan göğsünde hazır ve nâzırdır. Böylece Yüce Allah (CC)’ın rahmetinin ve Hakk denizinin Rabbanî nurlarının, fütuhat sahibi olan Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in üzerlerine nasıl yağdığını düşünmelisin. Zira O (SAV), yaratanla yaratılan arasında her türlü vasıta ve vesileden en azametli bir vasıta olup, inen İlahî nurun, O’nun mübarek kalbinden, O’na bağlı olan rabıta melekesinin hazır olduğu Mürşid’inin kalbine, daha sonra da Mürşid’inin kalbinden, müridin kalbine intikal ederek, ona İlâhî sevgiyi kazandırmış olur.

Şuna dikkat etmelidir ki, bu tasavvur, bir başkası ile değil, yalnızca Mürşid’inin açık ve bağımsız ruhu ile olmalıdır. Bu sırada kişi, zahirî bir düşünce içinde olmamalıdır ve Mürşid’inin şekil ve sureti ile meşgul olmamalıdır. Çünkü ulu ve büyük kişilerin ilişki ve bağlılıkları, cisimlerle değil, ancak ruhlarladır.

Tarikatın usul ve adabından olmak üzere, bu görevde olan ve rabıtasına devam eden kişinin, bu görev süresince, hal ve durumunun tam olması için gözlerinin kapalı olması gerekir. Rabıta sırasında hayal ve tasavvurunda bazı şekil ve renkler görürse, rabıta melekesini Mürşid’ine yöneltmeli ve bu gördüklerini kendisinden uzaklaştırması için O’ndan yardım istemelidir. Bu gördükleri kendisinden silinmez ise, düşüncesini bunlarla meşgul etmemeli, bu görülenlerin mevcut olmadığını tasavvur ederek, olduğu yerde işine devam edip, beklemelidir. Şayet rabıta sahibi olan Mürşid’ine ait, şekil olarak değil, ruhu mücerred ile uğraşmak şartı ile bir örnek görünüp çıkarsa, bunun bir mahzuru yoktur. Rabıta yapan kişinin tasavvur ve tahayyül etmeden, bu rabıta meleğinin ne şekilde ve nasıl hazır edileceği sorulacak olursa; ona bunun bir örneği vardır, bu örnek, renk ve koku yönünden dallardaki yapraklar ve bunlarda açan çiçeklerin kokusuna benzer. Veya bir odada güneş ışığının bir baca deliğinden sızıp girmesi ile hâsıl olan ve gözle görülen ışık demetine benzer. Bunun zahirî bir vücudu olmayıp, kendi nefsinde ve varlığı içinde bir varlık gibidir. Daha açık bir deyişle, her fert, ruhunun varlığını tam olarak düşünür ve inanır. Bu ruh, bedende bulunan bütün zerrelere asılı bulunmaktadır. Bununla birlikte basiret sahibi olmayanların nazarında, ruhun hakikatini tasavvur etmek mümkün değildir. Zira ince ve lâtif cisimler, örneğin cinler, melekler, hava ve benzeri cisimler vardır. Bunların zahiri vücutları kendi nefislerinde bulunmakta, fakat şekillerini çizmek veya bir şeye benzetmek, hayal gücünün üzerinde olup, tesbiti yapılamamaktadır.

Tarikata intisap eden kişinin ilk önce yapacağı, yukarıda açıkladığımız gibi ve gösterdiğimiz tertip ve usulde, rabıta melekesini hazır etmeyi öğrenmesi, hazır edinceye kadar da yılmadan çalışmasıdır.

Başlangıçta mürid, tam ve doğru bir niyet ve teslimiyetle bu işe başlamalıdır. Bâtıl olan hayalî kötü bir düşünceye kapılmamalı, zihnine sızıp giren ve aklını karıştıracak şeytanî düşüncelere meydan vermemelidir. Zira bu, çok ince bir meseledir. Hiçbir şeye aldırmayarak, işine sebatla devam etmelidir. Az bir zaman sonra kendi kaabiliyetinin ve çalışmasının ölçüsüne göre, Allah (CC)’ın izni ve yardımı ile rabıta melekesinin mevcudiyetini fark eder hale gelir.

Böylece kendi nefsini, boynuna geçirilen kelepçeden ve boş ve anlamsız düşünceden kurtarmış olur ki, o vakit kendisi, bütün açıklığı ile parlak bir âlem ve yeni bir durumla karşılaşır. Ayrıca daha önce hissedip duymadığı bir vicdan hâleti içinde kalmış olur. O zaman müşahede âleminin arkasında, o vakte kadar göremediği bir âlemin bulunduğunu öğrenir ki, bu âlem, ferdî çıplak ruhlar âlemidir. Eşyanın hakikatına varmak ve Allah (CC)’ı hakkı ile tanımak, insan güç ve takat sınırının dışında olup, başka türlü hiçbir çalışma ile mümkün değildir.

Kişi, zamanının Aristo’su olsa dahi, bu yola girip bu işe başladığında bilmelidir ki; yukarıda açıklayıp gösterdiğim usul ve tertip, rabıtanın ilk oturumu yani ilk celsesidir. Kişi, her an, rabıta melekesinin yerinde kalıp kalmayacağını düşünmemelidir. Keza kişi, her an, esas kaynağından gelmiş olan İlâhî feyzlerin olduğu gibi kalbinde yer edip etmeyeceğini dahi düşünmemelidir. Bu hususu açıklamak üzere bir örnek verirsek: Bir bahçe sahibi, bahçesini sulayacağı vakit, su kaynağından bahçesini sulamak için yetecek miktarda su alır. Bu suyu, bir kanaldan geçirerek bahçesine getirir. Daha sonra artık bahçesini sulamak için her seferinde su kaynağına gitmesine gerek kalmadan, bahçesine kadar gelmiş ve hazır olan sudan bahçesini sulamakla uğraşır.

Kişi tarikata intisab ettikten sonra, zihnini karıştıracak şeyleri düşünmemelidir. Rabıta sırasında hayalî bazı düşünceler ve vehimler çıksa dahi, o vakit rabıta melekesine yönelmesi yeterlidir, Kişinin aklı ve fikri rabıta melekesinde olursa, ne kadar rabıtada kalacağını dahi rabıta melekesi yönlendirir ve bu meleke kişinin yanılmasına ve yolundan sapmasına meydan vermez. Çünkü insan evlâdı özürlüdür. İbadetlerinde ve namazında hayal ve düşüncelerden kurtulamaz.

Buraya kadar tarif ettiğimiz “Özel rabıta” olup, bir müridin, yukarıdaki şartlarla ilk zamanlarda en azından yarım saat veya daha fazla oturup beklemesi gerekir. “Umumi rabıta” da ise yukarıda açıklanan şartları yerine getirmeden yapılan rabıta kastedilmekte olup, kişinin her anını mürşidi ile birlikte imiş gibi değerlendirmesi tavsiye edilir.

Bilindiği gibi, kişinin çaba ve uğraşı ne kadar çok olursa, fayda da o nisbette artmış olur. Kişi, kalbi zikir için huzura oturduğunda, Allah (CC)’ı cehren değil, kalben zikretmelidir. Rabıta yapıldıktan sonra, kalbî zikir şu şekilde yapılmalıdır: Önce nefes tutulup hapsedilir. Dil, boğazdaki küçük dile ve üst çenenin alt yüzüne yapıştırılır. Kalbini boş bir kap gibi farz eder. Muhayyilesini Yüce Celâl (CC)’in adı ile çarpar. Yani “Allah, Allah” diyerek, misli olmayan Yüce Zat (CC)’ı anar. Zikir boyunca, bu adın medlul ve manasını aklından çıkarmaz. Böylece bunu, kalbinin akşamını aydınlatmak niyeti ile yapar. İçi Allah (CC) sevgisi ile dolduğu gibi, Allah (CC)’tan gayrı ne varsa kalbinin akşamından silmiş olur. Keza gücü nisbetinde hayalindeki Allah adını, kalbine şiddetle vurur ki bu vuruşun acı verdiğini duyar. Bu konu üzerinde yarım saat veya daha fazla uğraşmış olur. Kişi uykuya varacağı zaman, bu anlattığımız şekilde kalbî zikir ve kalbî huzur ile yatmalı ve uyumalıdır. Kişi hiçbir zaman, nefsini, rabıta ve zikirden boş bırakmamalıdır. Bu sırada geçinmek için zâhiren helâl olan işi ile uğraşmasında bir sakınca yoktur. Zira Âyet-i Celile’de: “Sâdıklarla birlikte olun, gafillerden olmayın!” buyrulmaktadır ki, bu da iki mananın, yani rabıta ve kalbi zikrin ibaretleridir. Başlangıç için bir müride bunlar yeterlidir. Geri kalanlar ise Allah (CC)’ın lûtfuna ve has kulların başarısına bırakılır. İnsana çalışma yaraşır. Lâ havle velâ kuvvete illa billâhil aliyyül, aziym.

Son duamız ise, Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah (CC)’a hamd ve senalar, O (CC)’nun sevgili kulu Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e, âl ve eshabına salât ve selâmlar olsun…

2015-01-31T15:32:59+03:00 By |

Siz de fikrinizi belirtin