Saygıdeğer babamın, dedem ile ilgili anlattıkları:
Şeyh Ziyaeddin (K.S.), bir gün Bağdad’a gitmeye karar verir. Kardeşim Necmeddin ve benim de kendisi ile birlikte, kafileye katılmamızı emreder. Atlara binerek yola çıktık, birkaç gün süren yolculuktan sonra, bir gece yarısı Bağdad’a vardık. Hazret-i Şeyh Bâz-üllah-il Eşheb Abdülkadir Geylâni’nin (K.S.) makamı civarına geldiğimizde, pek çok insanın dağınık bir şekilde uyuduğunu gördük. Şeyh babam bize uyuyanları rahatsız etmememizi sıkı sıkı tembih ettikten sonra yük ve eşyamızı indirmemizi, tekkenin bir köşesinde dinlenmemizi, Allah (CC)’ın izni ile sabahleyin na-kıb-ül eşraf ile Hazret-i Geylâni (K.S.)’nin mütevellisini bulup, kendisinden münasip bir yer isteyeceğimizi söyledi.
Sabah erken bir vakitte Şeyh babamın imamlığında namazımızı kılıp, Evrad-ı Şerife’yi tilâvetten sonra, kendilerinin bir yere gitmek üzere hazırlandığını sezdik. Onunla birlikte gitmemiz için, bana ve kardeşim Necmeddin’e işaret etmişti. O önde, biz arkada Hazret-i Geylâni (K.S.)’nin türbe-i şeriflerinin yakınında bulunan bir odaya geldik. Bu oda halvete girenlere, riyazat ve zikir ile meşgul olanlara ayrılırdı. Babam kapıya vurduğunda, kapı açılmadan önce içeriden: “Kurban olayım ey Ömer! Sen mi geldin?” diye bir ses duymuştuk. Bu sesten sonra bir şahsın kapıyı açtığını gördük. Birlikte odaya girdik. Babam daha evvel tanımadığı halde bu şahsa: “Ey Seyyid Halid! Gel, otur!” demişti.
Halid adlı bu zat, gelip babam Ziyaeddin (K.S.) Hazretlerinin karşısında oturdu. Her ikisi de gözlerini yumarak, murakabaya başladılar. Bu ruhî ve kalbî yakınlık bir buçuk saat kadar sürmüş, kardeşim ve ben ayakta kıpırdamadan kalmıştık. Bir ara babam, karşısında oturan Seyyid Halid’den kalem ve kâğıt getirmesini istedi. Seyyid istenilenleri getirince, babam derhal kendisine bir irşad icazeti yazıp, verdi. Daha sonra Seyyid Şeyh Halid bizlere: “Hazret-i Şeyh’in bize böyle kısa bir süre içinde irşad icazeti verdiğine hayret etmeyin. Zira ben lâmbayı hazırladım, camını yıkadım, fitilini yerleştirdim, içine gazım koydum. Böylece bir tek kibriti çakıp, lâmbayı yakmak kalmıştı. Allah (CC), Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’i en güzel bir şekilde mükâfatlandırsın” diye konuşmuştu.
Ben bu olay karşısında kalbimin huzur duyması ve meseleyi iyice anlamak için Şeyh Seyyid Halid’e: “Yakın zamanda dahi sizin babam Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’i tanımadığınızı tahmin ediyorum, ilk kez onu burada gördünüz. Kapıyı açmadan, kapıyı çalanın Hazret-i Şeyh olduğunu nasıl keşfettiniz?” diye sorduğumda, Seyyid Halid: “Ben uzun zamandan beri, Geylâni Medresesi’nde, bütün cehd ve gayretimle riyazata devam ediyor, böylece nefsimle cihad ederek, kazanmaya çalışıyordum. Bu kadar çalıştığım halde, nefsimin bir hedefe yardığına dair, kendimde bir iz ve ilerleme görmedim. Bununla birlikte hiçbir vakit ümitsizliğe de düşmedim. Yüce Allah (CC)’ın lütuf ve keremini bekliyor, Hazret-i Gavs-ül Azam (K.S.)’ın da ruhaniyetinden yardım istiyordum. Her iş zamanını bekler sözü aklıma geldi. Kendi kendime belki de vaktin henüz gelmemiş olduğunu, üzüntü ve ümitsizliğe düşmemem icab ettiğini düşünüyordum. Er kişilerin azmi, dağları yerinden söker duygusu ile hareket ederek, ibadetime devam ettim. Fakat bir müddet sonra içimde bir sıkıntı peydah olmuş ve beni bir hayli yormuştu. Bu hâl üzerimde iken Hazret-i Gavs-ül Azam (K.S,)’m mübarek merkadinin önüne gittim. O kadar üzülmüş ve kalbim o derece daralmıştı ki, şiddetle ağlamaya başladım. Bu esnada orada bana bir uyuklama geldi. Hazret-i Gavs’ın fütuhatla dolu rûhaniyetini gördüm. Teselli babında bana: ‘Ey Seyyid, ağlama! Senin kazandığın ecir ve sevapların gayb hâzinelerinde manevi basamakları vardır. Hayat ve memat ehli ile zahiri ilişkiyi kesmen, Allah katında malûm ve sabittir. Manevi âlemin özellikle tasavvuf mertebelerini aşmak için ulu tarikatların kendine has şartları bulunmaktadır. Senin, halen hayatta olan bir mürşid-i kâmile ihtiyacın vardır. İşte bu mürşidin nezareti altında, irşad makamına erişebilirsin. Tarikata intisab eden bir mürid, mürşidinin nezaret ve terbiyesi altında seyr ve sülük ile uğraşmalıdır. Bundan sonra kendine lâyık bir yer, müridin çalışmasına ve Rabbanî kaabiliyetine bağlıdır. Zira mürşid müridine kudsi olan büyüklerin ruhaniyetleri ile ruhi ilişkileri ve münasebetleri gösterir. O vakit mürid manevi basamakları çıkmak ve bu yolu açmak için bu ruhaniyetlerden faydalanır. Şayet mürşid irşad makamına lâyık bir kimse ise, müridini destekler. Şimdi ben senin işini Hazret-i Ömer Ziyaeddin (K.S.)’e havale ettim’ diyerek, haber verdi. Kalbim ezik olarak Şeyh Ömer (K.S.) adında bir kimseyi tanımadığımı söylediğimde: ‘Az sabret, O’nun bende bir işi var, buraya gelecektir. Gelir gelmez seni O’na teslim ederim’ buyurmuştu. Uzun bir zaman geçmeden, Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’e benzeyen bir şahıs geldi. Her ikisi arasında bir kelimesini dahi anlayamadığım bir dille sualli cevaplı bir konuşma geçti. Bir ara Hazret-i Gavs-ül Âzam (K.S.), o zata: ‘Ey Ömer! Biz Seyyid Halid’i sana emanet ettik, onun dilek ve arzusunu yerine getir’ buyurdu. Bana da: ‘Ey Halid! Ömer benden bir parçadır, kıyamet gününe kadar benden ayrılıp, kopmaz.’ Bu sözler Arapça olarak birkaç defa tekrarlandıktan sonra kendime geldim. Bu rüyanın ne mâna taşıdığım anla-dığımdan, yüksek sesle feryat edip ağlamaya başladım. Tekrar bir uyuklama arız oldu ve yine karşımda Gavs-ül Azam (K.S.)’ı gördüm, bana: ‘Ey Seyyid Halid, üzülme! Ömer bu hafta içinde buraya gelecek; sen değil, O seni arayacaktır’ dedi. Uyandım, bu rüyanın gerçek olduğuna kanaat getirmiştim. Böylece ateş üzerinde otururcasına saatleri, günleri iple çekmeye başladım. Tanımadığım Şeyh Ömer (K.S.)’i bekleyip durdum. Bu sıralarda şu gördüğünüz odada yalnız başıma, inziva ve riyaza çekilmiştim, kimse kapımı çalmıyordu. Bu sabah erken bir vakitte, adet hilâfına kapım çalınınca, Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’in gelmiş olduğunu anladım” cevabını verdi.
Pederim Hazret-i Şeyh Alâeddin (K.S.)’den dinlemiş olduğum bir başka olay da şudur:
Abdülkadir Geylâni Hazretleri (K.S.)’ni ziyaret maksadı ile Bağdat’a gitmiştim. Mevsim yaz olduğundan hava pek sıcaktı. Yanımızdaki suyu tüketmiş olduğumuzdan, içilecek suyumuz kalmamıştı. Kafilemiz, on kişiden ibaretti. Uzaktan bir kafilenin geçtiğini görünce, yanlarına gidip su alayım diye düşünerek, arkadaşıma haber verdim ve gittim. Kervana yaklaşınca, bunların İranlı hacılar olduğunu ve Hazret-i Ali (K.V.)’yi ziyaretten dönmekte olduklarını anlayarak, selâm verdim. İçlerinden herhalde âlim olan bir zat selâmıma karşılık vererek: “Allah (CC)’a hamdolsun. Sen bizden misin, Müslümanlar’dan mısın? Bir isteğin var mı?” diye karşılık verdi. Dedim ki: “Size selam vermek ve tanışmak için geldim.” Sonra kendilerinden su istedim. Bana bir testi içinde su verdiler. Testinin ağzını ağzıma yaklaştırınca kenarında saç tutamları gördüm. Bunları kaldırdıktan sonra testiyi ağzıma yaklaştırarak, içermiş gibi yaptım, fakat o testiden bir damla su içmedim. Sonra onlardan birine alçak bir sesle, yavaşça buralara geliş sebebini sordum. Bana Makam-ı Ali’yi ziyaret maksadı ile geldiğini söyleyince, kendisine bir çocuk istemek için geldiğini söyledim. Adam, benim itirazım karşısında hayretle: “Allah (CC)’a yemin ederim ki doğruyu söyledin. İşte ailem de şu devenin mahfesinde oturmaktadır” dedi. Kendisine: “Şu içinizden üç düşmanı şikâyet etmek için geldim. Bu üç kişinin büyüğü üç gün önce vefat etmiştir” dedim. Adam “Bu haberin doğruluğunu nasıl anlayayım?” deyince, ona: “Sana bunu şöyle ispat ederim: Sen, ziyarete çıkmadan önce ishal hastalığına tutulmuştun. Hasta olarak Hazret-i Ali (K.V.)’nin makamına girdin, ağladın, sızladın, sonra da uyudun. Uyandığında hastalığının geçmiş olduğunu gördün. Artık sende hastalıktan bir eser kalmamıştı. Aynı gece karınla cimada bulundun, şimdi karın hamiledir” dedim. Sözlerimin doğruluğundan etkilenen adam: “Allah (CC)’a and içerim ki sözlerin doğrudur. Öyle ise sen şu On iki İmam’dan birisin galiba” dedi. Söyledim ki: “Estağfirullah. Ben onların hadimi ve hizmetkârıyım. Bende olan bu faziletler Allah (CC)’a, Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’e olan sevgim, Aline, Eshabına ve Ezvacına olan muhabbetimdendir” dedim.
Bu konuşma üzerine kendisine Ashab-ı Kiram’a dokunaklı ve kötü söz söylememesini, özellikle Hazret-i Eba Bekir (R.A.) ile Hazret-i Ömer (R.A.)’e küfür etmemesini tembih ederek, bu konuda kendisinden kesin söz aldım. Hatta bana, onlar hakkında kötü konuşanlarla savaşacağına söz verdi. Oradan arkadaşlarımın yanına dönmek üzere ayrıldım. Esen rüzgârın şiddetinden kumdan bir tepe oluşmuştu. Bu tepenin gölgeli yamacı altında, kırmızı renkte, içi su dolu bir testinin bulunduğunu görerek o tarafa doğru seğirttim. Buz gibi suyun bir miktarını içtikten sonra, susuzluklarını gidermeleri için testiyi arkadaşlarıma verdim.
Pederim Şeyh Alâeddin (K.S.) Hazretlerinin bahsettiği diğer bir olay da şöyle idi:
Hazret-i Şeyh Abdülkadir (K.S.)’i ziyaret için ikinci kez Bağdat’a gitmiştik. Yatsı namazından sonra Hazret-i Gavs-ül Azam (K.S.)’in merkadine girdik. Babam Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.) sabah namazına kadar oturup, yerinden kımıldamadan murakabeye dalmıştı. Daha sonra cemaatle sabah namazını kıldıktan ve evrad-ı şerifeyi tilâvetten sonra bizlere dönerek: “Bu gece murakabe halinde Hazret-i Gavs (K.S)’in ruhaniyeti teşrif etti. Biz ondan çocuklarımız ve torunlarımız için yardım temennisinde bulunduk. O esnada Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin feyizli ruhaniyetinin, visal dairesinin merkez noktası bizleri şereflendirerek göründü. Yanında küçük yaşta, ince yapılı, zayıf bir erkek çocuk bulunuyordu. O’na ne arz edildi ise edildi.” O sırada babam Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.) bana: “Ölüm derecesine gelen bu hasta çocuğun terbiye, bakım, tedavisi ve canlı bir hale getirilmesi sana havale edilmiştir” buyurduğunda. Ben ona: “Canım sana feda olsun, bu duruma gelen çocuk kimdir” diye sordum. O: “Bu iş, bu mıntıkalarda şeriatın ruh ilmidir. Zira çocuk ölmek üzeredir. Kelimenin tam manasıyla hizmetine sokayım mı? Bütün gayret ve cehdini ona verip hayatını yeniler misin?” deyince, ben: “Evet, bütün itaatimle” diyerek cevap verdim.
Biyara’ya döndükten sonra, daha önceleri Senendec dolaylarındaki Küçük Çermu Köyünde oturan ve kendisinden daha önce söz edilen faziletli müderris ve bilgin Molla Abdülkadir’e bir mektup yazarak, sür’atle Biyara’ya gelmesini istedim. Bu zat da istihare namazını kıldıktan sonra daveti kabul ederek, göç için hazırlığını yapıp, evinin eşyasını toplayarak, Biyara’ya geldi. Yaşadığı müddet zarfında altından kıymetli olan vaktini, şeriat, tefsir, fıkıh, hadis ve Arapça konusunda talebe yetiştirerek kullandı. Bu talebeler, ondan son derece faydalanarak, icazetlerini almışlardı. Bu zatın gördüğü büyük hizmet, onun saf ve temiz niyetinden ve maksadının doğruluğundan olmuştu. Hatta bugüne kadar, onun izleri umumun üzerinde görülmektedir. Bu münasebetle ben bütün bu anlattıklarımı kokusunu aldığım bir ıtır damlası ve çakan bir şimşek gibi, bir rü’ya-yı sâdıka olarak hatırlıyorum.