Bir seferinde rüyamda, kendimi bir yerde gördüm. Bir müridin mürşidinin karşısında durduğu gibi, babam da benim karşımda vekar ve edeb ile öylece duruyordu. Bu rüyayı bir kaç kez gördüm ve çok utandım. Sonunda rüyayı babama anlatarak: “Efendim, bu rüyadan çok üzüldüm ve utandım. Sizden ricam, bir daha böyle bir rüya görmemem için himmet etmenizdir” dedim. Babam: “Utanma ve üzülme! Yalnız, rüyanı kimseye anlatma. Zira her ikimizin talihi, Allah (CC)’in selâmı üzerine olsun, Hazret-i Yusuf (AS)’in talihinin gölgesi altındadır. Allah’a hamd olsun ki, Hazret-i Yusuf’ta olduğu gibi bizim de sonumuz öyle olsun. Sen hiç bir vakit bir hainin eziyetine uğramayacağın gibi, nefret duyacağın bir şeyle de karşılaşmayacaksın. Ecdadımızın güzelliklerinin bekasına sebep olacaksın” dedi.
Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’den söz açılmışken, mürşidim olan babamdan da birkaç kez duyduğum şu olayı anlatmadan geçemeyeceğim. Şöyle:
Yar Ahmet Bey adında bir aşiret başkanı vardı. Bu zat, yiğitliği ve cesareti ile tanınmıştı fakat ömrü dağlarda ve mağaralarda gizlenerek geçmişti. Bu firarının sebebi, kendisine düşman olan bazı kabile ve aşiretlerle arasında geçen kavga ve anlaşmazlıklardı. Bu zat, aynı zamanda, Hazret-i Şeyh Siraceddin (K.S.)’in ve çocuklarının vefalı ve sadık bir müridi idi. Öyle ki bir kimse onun çocuğunu öldürmüş olsa ve af dilese, Hazret-i Şeyh Siraceddin (K.S.)’in hatırı için onu af eder ve bırakırdı. Bu sıralarda Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.), Şehrizor’un Savis ve Bavis köylerinde bulunan hanegâha ait vakıf arazisini ekmeğe başlamıştı. Bazı defa bizzat kendisi nehir kıyısında ekili araziye giderek çalışır, uğraşırdı. Bu suyun iki yanı söğüt, palamut ve buna benzer sık çalı ve dikenliklerle çevrili idi. Bu su ancak bazı yerlerde, karşı tarafa geçit veriyordu.
Yatsı namazı vakti girmişti. Şeyh Ziyaeddin (K.S.) Hazretleri’nin imamlığında cemaatle namaz kılmaya başladık. İkinci veya üçüncü rekâtta kendisi bir çığlık atarak olduğu yerden yükselmiş, gözlerimizden kaybolmuştu. Cemaat olarak bu olaydan dehşete kapıldık. Heyecan ve korku içindeydik. Namazı tamamladık. O vakitler köy ve mezralarda aydınlatma vasıtası bulunmadığından, ya palamut ağacının dallarını kesip yakarak veya içinde yağlı marde bulunan bitkilerin kurutulmuş saplarını yakarak aydınlanma sağlanırdı. Biz de böyle bir ateş hazırla-yarak Hazret-i Şeyh (K.S.)’i aramaya başladık. Bir ara suyun kenarında yürürken, “uçtu, uçtu” diye söylenen bir çocuğa rastladık. “Şeyh buradan şu yana uçtu” diye eli ile işaret etmişti. Çocuğun işaret ettiği yöne altı yedi metre yaklaşınca, Hazret-i Şeyh (K.S.)’i uzaktan gördük, çalıların üzerinde elbiseleri parçalanmış ve kana bulanmış bir vaziyette yatıyordu.
Gecenin bu karanlığında ve saatinde bu çocuğun buraya nasıl geldiğini, kendisinden sorup anlayamadık. Şeyh’in bulunduğu yere varmak çok zordu. Elimizdeki bulabildiğimiz kesici aletlerle yolumuzu açarak sonunda yanına varabildik. Kendilerinin yaralı olduğunu ve yarasından kanlar aktığını gördük. Yavaşça bir kilimin üzerine yerleştirip, yerimize döndük. Sabah namazı vakti girmeden önce, Hazret-i Şeyh (K.S.) kendine gelerek uyandı, gözlerini açar açmaz elbiselerini değiştirip, üzerlerine bulaşan kanları temizleyerek, vakit geçmeden yatsı namazını kılmak istediğini söyledi.
Bizler, edeben, kendilerine bu olaydan söz etmedik ve bu konuyu merak ettiğimiz halde sustuk. Aramızda akrabamızdan olan ve bu gibi ahvalden pek haberi olmayan Şeyh Kadir adında bir kişi dayanamayarak: “Kurban olayım sana, Allah (CC) için söyle! Dün gece size ne oldu? Ne gibi şeyle karşılaştınız? Merak ettik ve korktuk” dedi. Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.) ona: “Sizleri tatmin için olayı anlatacağım, yalnız yarın tarafımızdan istenen bir şahıs buraya gelmeden önce, bu geceki olay hakkında bir şey sormanızı veya söylemenizi istemem. Bu olayı gelecek şahıstan dinlersiniz” buyurmuştu.
Sabah vakti güneş doğduktan sonra, Hazret-i Şeyh (K.S.), kıldan örülmüş çadırının önünde durmuş, o şahsın gelmesini bekliyordu. Kısa bir zaman sonra Yar Ahmed Bey, atına binmiş olarak göründü. Atından inmeden önce Hazret-i Şeyh (K.S.): “Ey Yar Ahmed, ben kimim?” diye sordu. Yar Ahmet Bey, orada bulunanlara: “Ey burada bulunanlar! Düşmanlarım olan aşiretler tarafından kuşatılmıştım. Atım ve silâhım benden uzakta bulunuyordu. Yanımda, kendimi müdafaa edecek hiçbir şeyim yoktu. Evliyaların ruhaniyetlerinden yardım umarak: “Ey Siraceddin! Bana yardım et, beni bu kötü durumdan kurtar” diye bağırdım. Kısa bir süre geçmişti ki, adı Şeyh Ziyaeddin olan bu mübarek Hazreti yanımda hazır gördüm. Bana atımla silâhımı verdi. Acele ile atıma bindirip, elime yuları tutuşturdu, yola çıktık. Bazen elimden tutarak, kâh önümde, kâh arkamda yürüyerek yolumuza devam ettik. Arada sırada adımı söylüyordu. Böylece beni Tüy Keşedri’ye ulaştırdı. Orada sabah oluncaya kadar kaldım, şimdi de işte buradayım” dedikten sonra atından inip, Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’in ayağının bastığı toprağa kapandı.
O zaman Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.), olayın kendileri açısından tezahürünü anlattı: “Dün yatsı namazına durduğumuzda, babam Hazret-i Şeyh Siraceddin (K.S.)’in ‘Ey Ömer Ziyaeddin! Yar Ahmet Bey’i kurtar, yardımına koş!’ hitabını duyunca, O’nun ruhani buyruğuna itaat etmem ve bir nefsi ölümden kurtarmam gerektiğini anladım. O’nun ruhaniyeti ayrılmadan evvel, Yar Ahmed Bey’in yanına varmam gerekiyordu. Emri yerine getirdim.”
Bu münasebetle, Hazret-i Şeyh Siraceddin (K.S.) hakkında muhterem pederimden, evliyaları seven ve adlarını dilinden düşürmeyen merhum Hüseyin Han’dan şu önemli olayı duymuştum:
Şeyh Siraceddin (K.S.), namazlarını vaktinde kılar, nafile namazlarının tilâvetini eksiksiz yapmaya itina ederdi. Her yıl Resûl-ü Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in doğum gününde güzel yemekler hazırlayarak; âlimleri, fakihleri ve fakirleri yemeğe davet eder, onlara güzel bir ziyafet çekerdi. Hazret, bir gün Haneşur adındaki köye gider. Çevresini insanlar sarar. Oranın da bir hâkimi vardı ki; Hazret-i Ömer (R.A.)’in Medine-i Münevvere’deki mescidinin minberinden, İran’da savaşan Arap Orduları kumandanı Sariye (R.A.)’ye uyan olarak ‘Ey Sariye! Dağın başına çık’ diye seslendiğine dair olaya inanmazdı.
Hz. Sariye, Müslüman ordularının kumandanı olarak, İran’da ateşperestlerle savaşıyordu. Hz. Ömer (R.A.) ise Medine’deki mescidin minberinde, hutbede bulunuyordu. İran’da bir dağ yamacında bulunan İslâm ordusunun arkasından gizlice dağa tırmanan düşmandan, Kumandan Sariye’nin haberi yoktu. Hz. Ömer (R.A.) bulunduğu yerden düşmanın hilesini keşfederek, kumandana seslenmiş, O’da İran’dan bu uyarıyı duymuştu.
Hazret-i Şeyh köye gelince, halka vaaz ve nasihatte bulunduktan sonra konuşmayı Sariye (R.A.) Hazretlerine getirerek: “Benim Taviylâ’da bir müridim vardır, adı şeyh Ali’dir. O benim sesimi tanır ve duyar. Şimdi O’na sesleneceğim” der ve: “Ey Şeyh Ali! Bahçeye git, bize bir sepet incir topla, gel. Ben Haneşur’dayım” der. Hazret-i Şeyh (K.S.)’in bu seslenişi, akşam ezanından önce olmuştu. Ertesi gün güneş doğduktan biraz sonra Şeyh Ali, elinde bir incir sepeti ile yanımıza geldi. Bu olaya köyün hâkimi de şahit olmuştu. Hazret-i Şeyh (K.S.): “Ey Ali! Ne için ve nasıl geldin?” diye sorduklarında, Şeyh Ali: “Dün akşam bana seslendiğinizi duydum. ‘Filânca bahçeye gidip bir sepet incirle gel’ diye emrettiniz ve bulunduğunuz yeri de söylediniz. Ben de isteğiniz ile birlikte huzurunuza gelmiş bulunmaktayım” diye cevap verdi. Nitekim Haneşur ile Taviylâ arasındaki mesafe, gidiş geliş, 20 saat sürmektedir.
Ve yine Hüseyin Han anlatmaya devam etti: Hazret-i Şeyh (K.S.), bana: “Şimdi de Rudbari’de bulunan Halife Abdurrahman’ı çağıracağım ve o, benim sesimi duyacaktır” dedi ve: “Ey halife Abdurrahman! Ben şu anda Rezav köyünde Hüseyin Han’ın evinde bulunuyorum, yanımıza gel” diye seslendi. Ertesi sabah, Halife Abdurrahman bizim haneye gelmişti. Hazret-i Şeyh (K.S.) ona, nasıl ve niçin geldiğini sorduğunda: “Dün beni çağırdığınızı duydum. Ben de huzurunuza geldim” diye cevap vermişti.
Siz de fikrinizi belirtin