euzubesmele

Hazret-i Osman’ın kuşağından olan büyükler hayırsever olup, insanların işlerini kolaylaştırmak, yüklerini hafifletmek, rahat ve selâmet içinde yaşamalarını sağlayacak ortamı hazırlamak, haklarını korumak için mümkün olan vasıtalara başvurarak zararlarını önlemeye çalışmak suretiyle daima hizmet içinde bulunurlardı. Bunları yaparken, karşılığında ne insanlardan, ne de devletten bir mükâfat beklemezlerdi. Bu hallerini ispatlayan pek çok olaydan birini örnek olarak verebilirim:

Kaçar ailesinden olan Nasıriddin Şah, Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)’e uzunca bir mektup yazarak, Hazret-i Şeyh kabul ettiği takdirde, tekke ve hanegâhlarda çalışanlara aylık bağlayacağını, bu yerlerin bakım ve masraflarını karşılayacak ölçüde muayyen bir tahsisat vereceğini bildirir. Şeyh Ziyaeddin (K.S.) Hazretleri, mektuba aşağıda metni yazılan bir beyitlik şiir ile cevap verir:

“Zor gelmez bize, kanaat ve yoksulluk,
Söyleyin padişaha, kararlaştırılmıştır rızık”

Nimetten söz açılmışken, ben de babamdan barış sevgisi, rahatlık ve selâmet temini, fitne ve fesadın önlenmesi, kanunlara karşı saygılı olmak gibi mirasları almışım. Sizlere şu olayı anlatacağım:

Durud’da bulunduğum sıralarda, Iran Hükümeti, halkın elindeki silâhların toplanmasına karar vermiş, genel olarak Horaman mıntıkasını, özellikle de Rezev kesimini genişletip, buralara hâkim olabilmek için, büyük bir askeri kuvvet hazırlamış, bu kuvvetleri harekete hazır bir duruma getirmişti. Orada bulunan aşiretler de hükümete karşı hazırlanmışlardı. Ben, kan dökülmesini istemediğimden, bu mesele üzerinde ciddiyetle durdum. Bu fitne ateşini önlemek için, iyi niyetli düşüncemi her iki tarafa da bildirmiştim. İlk olarak aşiret başkanları ile konuşmaya gittim. Onlara hükümetin hâlihazırdaki durumunun, hükümetin yokluğundan iyi olduğunu, devlet otoritesinin yıkılmasının her iki tarafa zarar ve ziyan getireceğini, devletin mevcudiyetinin insanların ırz ve şereflerine zarar gelmesini önleyeceğini söyleyerek, bu mıntıkanın emniyet ve selâmeti için devlete karşı çıkmamalarını rica ettim. Aynı zamanda kendilerinin, devletin sahib olduğu silâh ve cephaneden yoksun olduklarını ve direnişi birkaç sene sürdürebilecek kadar erzaka da sahip olmadıklarını söyledim. Ve eğer savaş alevlenirse hiçbirinin aile, mal ve mülk bakımından emniyette olamayacağını, yine en büyük zararı esasen yoksul olan kendilerinin göreceğini söyledim. Şayet hükümet ile aralarında bir barış temin edilirse, bu mıntıkanın harab olmaktan kurtulacağını anlatmaya çalıştım. Onlar, bana doğru konuştuğumu, fakat hükümetin kendilerini yakaladığı takdirde hapse atacağını ve belki de idam edeceğini, söylediler. Kendilerine söylediklerinin mümkün olabileceğini, fakat böyle bir durumda hiç olmazsa ailelerinin ve mallarının ellerinde kalacağını; şayet savaşarak yenilirlerse, hem kendileri, hem aileleri ve hem de malları telef olacağından, zararlarının büyük ve sonucun acı olabileceğini anlattım. Bunun üzerine sözlerimi haklı bularak, benim isteğime göre hareket edeceklerini ve bu konuda ne yapmam gerekiyorsa yapmamı istediler.

Oradan ayrılarak, emrindeki kuvvetlerle mıntıkaya hâkim olan ve karargâhı Güre Miyana’da bir dağ başında olan, askeri kuvvetler kumandanı Sabahti Paşa’nın yanına gittim. O sırada ordu müfrezesi harekâta başlamak üzere, açılıp yayılmaya başlamıştı. Benim geldiğimi görünce kumandan harekâtı durdurdu, geriye çekilme emri verdi. Sorumlu kumandanın yanına girdim. Beni büyük bir hürmet ve nezaketle karşılamıştı. Konuşmamız sırasında, oturduğum çardağın bir tarafında kırık bir sandalye gördüm. Gayri iradî yüksek bir sesle kahkaha attım ki, bu gülüşümden şahsen utanmıştım. Kumandan bu gülüşümün sebebini sorunca: “Aklıma bir şey geldi ve elimde olmayarak güldüm” dedim. Kumandan gülüş sebebim üzerinde ısrar edince: ”Şurada duran kırık iskemleyi görünce birden Yarbay Esedullah Han’ın buraya oturduğunu, iskemlenin onun ağırlığını çekemeyerek kırıldığını, kendisinin de arkaya sırt üstü düştüğünü, ayaklarının havada kaldığını, kendisinin çok iri yapılı ve şişman olması yüzünden yardım görmeden ayağa kalkabilme imkânının olmadığını düşünerek, güldüm” dedim. Kumandan hayretle: “Allah (CC)’a yemin ederim ki doğru söylediniz. Dün kendisi ziyaretime geldi, bu iskemleye oturunca ağırlığını çekemeyerek kırıldı. Aynen anlattığınız gibi, sırt üstü yere düşmüş, ayakları yukarı kalkmıştı. Elimde olmayarak o kadar güldüm ki, onu yerden kaldıracak gücü kendimde bulamadım” dedi.

Bu konu dolayısıyla kumandan ile aramızda tatlı bir yakınlık kurulmuş oldu. Ondan harekâtın durdurulmasını ve aşiret büyüklerinin affını isteyerek: “Bu aşiret başkanları beyzâde olup, kanun ve nizamı severler. Aynı zamanda devlet taraftarı kimselerdir. Bunların âsi olmalarına sebep, İran’a hâkim olan kargaşalık ve bu kimseleri bir araya toplayıp, nasihatta bulunacak bir kumandanın olmamasıdır” dedim.

Kumandan biraz düşündükten sonra onları affetmeye karar verdi. Bunun üzerine, oradan ayrılarak aşiret reislerinden Mecid Han, Hüseyin Han, Hasan Han ve diğer başkanları alarak, karargâha kumandanın yanına götürdüm. Aşiret başkanları kumandanla anlaştıklarından, evlerine selâmetle döndüler.

Bir müddet sonra, kumandan Rezav’a gelerek, Mecid Han’ı ziyaret etmiş, orada bulunan aşiret büyükleri ile konuşup anlaşmış, o mıntıkaya emniyet ve huzur gelmesi sebebiyle kendilerine teşekkür etmiş ve konuşmasını şu cümlelerle sonlandırmış: “Allah (CC)’a and içerim ki, bu olayın böyle selâmetle bitmesinde Hazret-i Şeyh Osman (K.S.)’ın büyük cehd ve himmeti vardır. Eğer O, bu işe tavassud etmeseydi, ben aldığım emri yerine getirecek, taş taş üzerinde bırakmayıp yıkacaktım, ekinlerinizi ateşe verip yakacaktım. Birçok masum insanın kanı boş yere akacaktı. Sizler de yaptığınıza pişman olacak, ûlül emre itaat etmediğiniz için her şeyinizi kaybedecektiniz. Yüce Allah (CC)’ın bu zatı mükâfaatlandırmasını niyaz ederim. Zira insaf sahibi olanlar, herhangi bir şeye adalet gözüyle bakacak olurlarsa, bu gibi büyük insanların hal, durum ve sözlerinin, hatta tasarruflarının hikmet ve maslahata dayandığını görürler.”

2015-01-31T22:41:19+03:00 By |

Siz de fikrinizi belirtin